Reklam fotoğrafçılığında adını duyurmuş olan Dean West, dev prodüksiyonlardan oluşan çok yönlü fotoğraflar yaratıyor. Sinematografik eserlerini bir sonraki aşamaya taşıyarak, kısa filmler yaratan sanatçıyla, alanında bir yolculuğa çıktık.
Röportaj: Çisem Danacı / Fotoğraf: Dean West
Hayatınızda sizi fotoğraf çekmeye yönelten kim veya ne oldu?
Fotoğrafa ilgim, 7 yaşımdayken ilk kameramı almam ile başladı. Tek bir film rulosu, bu işi yapmayı sevdiğimi fark etmem için yeterliydi. Lisede bana ilham veren öğretmenlere sahip olduğum için şanslıydım. Bu medyuma olan tutkum, üniversite okuduğum Queensland College of Art ile Griffith University’e kadar arttı. Asıl amacım yalnızca reklam fotoğrafçılığı yapmaktı. Ancak geleneksel bir sanat okulunda eğitim görmek bana çok daha fazlasını kattı. Erwin Olaf gibi, çevremde bana ilham veren insanlar olduğu için çok şanslıydım. Olaf ile Australian Center of Photography’de çalışma ve eğitim alma imkanı da yakaladım.
Bize biraz benimsediğiniz sanatsal tarzdan bahsedebilir misiniz? Fotoğraflarınızı bir bütün olarak nasıl tanımlarsınız?
Sürreal, kavramsal ve illüstratif kelimeleri, benim çalışmalarımı tanımlarken oldukça kullanılır. Her yıl ne ile ilgilendiğime bağlı olarak, eserlerim de seriden seriye değişim gösteriyor. Kendimi, dijital fotoğrafçılığın bir medyum olarak muazzam olasılıklarını incelemeye adadım.
Fotoğraflarınız, oldukça ayrıntılı bir şekilde işlenmiş; adeta birer film karesi gibi. Bu sanatsal yaklaşıma nasıl ulaştınız?
Fotoğraflarımı, bir film ile aynı yollarla üretiyorum. Orijinal fikirden, lokasyona, oyunculardan, sanat tasarımına ve ışığa kadar her küçük veya büyük detay ince ince çalışılır. Birlikte çalıştığım ekip de yüksek kalite görüntüler üretmek için tamamlayıcı bir unsur. Reklam fotoğraflarım için farklı öğeleri bir araya getirmeyi öğrendim. Bu yaklaşım artık sanat fotoğraflarımda da büyük rol oynuyor.
Sinemayla ne kadar ilgilisiniz? Sinemanın, sizin sanatsal disiplininizde nasıl bir yeri var?
Daha önce bahsettiğim gibi, fotoğraflarımı üretmek için kullandığım format, sinema ile benzer. Bu yüzden fikirlerimi, ekibim ile kurduğum iletişime harmanlamak benim için önemli bir referans. Wes Anderson, Coen kardeşler, Spike Jonze & Michel Gondry en sevdiğim yönetmenler arasından aklıma gelen ilk isimler. Bu yönetmenler, inanılmaz hikayeleri ve güçlü set prodüksiyonları ile bana, gidecek daha çok yolum olduğunu kanıtlıyor.
Fotoğraflarınızda sanat yönetmenliğinin çok önemli bir rol oynadığını görebiliyoruz. Sanat yönetmenliğini kendiniz mi yapıyorsunuz, yoksa düzenli olarak çalıştığınız biri mi var?
Reklam fotoğraflarımda farklı sanat yönetmenleri ve yaratıcı yönetmenler ile sürekli çalışıyorum. Ancak sanat fotoğraflarımda, yalnızca ben varım.
Photoshop’un, eserlerinizdeki önemi ne boyutta?
Photoshop, bütün öğeleri bir araya getirmekte önemli bir rol oynuyor. İnsanlar, çalışmalarımda bu yazılıma bel bağladığımı varsayıyor. Ancak işi kendine has yapan, prodüksiyon sürecinde geçen bütün unsurlar. Mekan eşsiz olmalı, tasarım armonik olmalı, oyuncu seçimleri diğer unsurlarla uyumlu olmalı, ışık kusursuz olmalı; çekim sırasında ayarlanan kompozisyon ve açıların öneminden bahsetmiyorum bile. Eğer bütün bu elementlerden biri bile doğru uygulanmazsa, istediğiniz kadar Photoshop uygulayın, asla düzeltemezsiniz. Bu yüzden her küçük detayı göz önünde bulundurmak ve üst düzey bir iş üretmek için oldukça çaba harcıyorum.David Hockney ve
Edward Hopper’ın tablolarına benzer sahneleri, fotoğraf ile yeniden yarattınız. Neden spesifik olarak bu iki ressamın tabloları?
Hopper ve Hockney eserlerini nasıl çevrelerindeki dünyaya dayanak üretiyorlarsa, ben de aynı şeyi yapıyorum. Bence eserlerimin, fotoğrafçılarla değil de, ressamlarla karşılaştırılıyor olması ilginç. Her sanatçı bir yerden veya birinden ilham alır. Eğer yaptığım işler, bu isimlerin eserlerine biraz bile yaklaşabiliyorsa; o zaman doğru yolda ilerliyorum demektir.
”Under The Sun” seriniz, biraz empresyonist, biraz da fovist tabloları anımsatıyor. Özellikle de Sally West’in ”The Beach” tablosu ile benzer bir doku hissettim. Genel olarak sanatsal yaklaşımınızın dışında kalsa da, bu sanat akımlarıyla aranız nasıldır?
Bir Avustralyalı olarak, sahil kültürünün bende ektisi büyük. Sahil fotoğraflarıma başladığım 2011 yılında, öncesinde iki yıl Kanada’da yaşamıştım. Bu yüzden evime yaptığım ilk ziyaretimde, yeniden bağ kurabilmek istedim. Gözlerinizi dolduran aşırı parlaklık, renkler ile plajda olma hissini yakalamaya çalıştım. Uzun pozlama ile bu duyguları, kontrastı ve renkleri yansıtabildim.
”In Pieces (Paramparça)” serisi oldukça çarpıcı bir çalışma olmuş. Bu serinin nasıl geliştiğinden bahsedebilir misiniz? Bu fotoğraflarda, neyin parçalarını görüyoruz ve bu parçalar size ne ifade ediyor?
2009 yılının ilk aylarında, LEGO® tuğlaları ile görüntü oluşturarak yeni bir fotoğraf serisi yapmak için bazı fikirler hazırladım. Bu oyuncak tuğlalar, biraz pikselli bir yaklaşım kullanılarak geçeceği dijital süreç için uygun olurdu. Bir kutu gri renkte LEGO sipariş ettim. Ancak paket bana ulaştığında, nereden başlayacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. Çocukken LEGO’yla oynamamıştım bile. İnternetten LEGO’lar ile çalışan sanatçıları araştırdım ve Nathan Sawaya’yı buldum. Kendisiyle görüştüğümüzde onunla çalışmanın, beni limitsizliğe taşıyacağını anladım. Böylece birlikte yeni bir konsept geliştirmeye başladık.“In Pieces” serisi, ben ve New Yorklu LEGO© sanatçısı Nathan Sawaya’nın iş birliği ile ortaya çıktı. Proje doğa, kültür, toplum ve daha da spesifik olarak kimlik üzerine temellendirilmiş bir dizi kompozisyondan oluşuyor. Kimlik, kültürel bir yaratım olarak, büyük ölçüde ticarileştirilmiş ve manipüle edilmiş bir olgu. Biz de bunu, çağdaş yaşamanın son derece stilize bir temsiliyle, göze çarpan bir şekilde tasvir ediyoruz. Sawaya’nın eşsiz heykelinin bütünleştiriciliği, anlatı ve estetik açıdan bu serinin anahtarı.
Görseller, modern fotoğraf teknikleri ile LEGO objelerinden oluşan heykellerin, sahne sahne bir araya getirilmesiyle inşa edildi. Bu kombinasyon, görüntülerin estetiğini oluşturarak vurgulamakla kalmıyor; aynı zamanda izleyiciyi her tabloyu deşifre etmeye zorluyor ve böylece kültürel kimlik inşasının unsurlarını ortaya koyuyor. İzole edilmiş kişiler, klasikleşmiş Amerika manzaralarının ortak özelliklerinden türetilen, geometrik tasarıma sahip, tanınabilir ancak boş minimalist sahnelerde duruyorlar. Kişilerin gözleri hiçliğe doğru bakıyor, tuhaf bir uzaklaştırılma ve yerinden olma hissi yansıyor.
“Buraya nasıl geldim?”, “Neden kendim için bu hayatı yarattım?”… Bu noktada, izleyici fotoğrafları bi mutsuzluk anı olarak görebilir. Bunu, kendi hayatlarında verdikleri kararların yansıması olarak görme şansı da bulabilirler. Hem heykel hem de fotoğrafçılığın (benzersiz bir şey yaratma ilhamından farklı olarak) birlikte çalışmasının arkasındaki düşünce süreci, teknolojideki esrarengiz benzerliklerdi. Nathan’ın, neredeyse pikselli bir kalitedeki, tuğla tuğla oluşturduğu konstrüksiyon, dijital bir görüntü yaratan dijital piksellere benziyor. Kelimenin tam anlamıyla tabaka tabaka, tuğla tuğla, parça parça inşa edilmiş bir proje. Bu süreçte New York, Toronto, Los Angeles’daki stüdyolarımız arasında yapılan pek çok yolculuktan ve 3 yıl boyunca Amerika’nın dört bir yanına düzenlenen birçok geziden bahsetmiyorum bile.
Bu Amerika manzaraları, ilhamını Amerika fotoğraflı kartpostallardan alıyor. Bu taşbaskı süreçler bazen, elle renklendirilmiş siyah-beyaz fotoğrafların sıcak sarılarından, sürekli renk değiştiren yeşillerinden ve soluk mavilerinden oluşan renk paletini de içeriyor. Kartpostallarda kullanılan yerel, basit, dokunulmamış, çoğunlukla cephesel stile sahip görseller, Amerikan cadde sahneleri ve manzaralarını gösterir. Fotoğrafları çektiğimiz ıssız ortamlar, Kaliforniya’daki çöller, Utah’daki tuz gölleri, New York’taki boş sokaklar, LA ve Toronto, karakterlerimizin kendilerini anlık olarak yansıtmaları için mükemmel bir temel oluşturdu.
Edward Hopper’ın etkisi belki bu eserlerde de görülebilir. Hopper, hisleri yaratmak için ışık ve gölge kullanımını merkez alarak bizim estetik algımıza seslenir. Bir yandan da geometrik tasarıma ve insan figürlerinin dikkatli konumlandırılmasına özen gösterir. Hopper’ın sinematik bakış açısı, ince etkileşimleri, özenle yapılmış kompozisyonları ve ışık-gölge kullanımı, bizim de kendi fotoğraf serimizi oluşturmamızda temel bir ilham kaynağı oldu.
Nathan’ın heykelinin fotoğraflarla kesintisiz bütünleşmesi, Lego’ların yalnızca bir çocuk oyunun parçası olmak yerine; aynı zamanda, kimliğimizi nasıl oluşturduğumuza dair bir metafor görevi görmesini sağlıyor. Kendimizi ve hayatlarımızı, kim olduğumuz ve ne yaptığımıza dayanarak şekillendiririz. Alt metinde yatan bir diğer anlam; tuğlaların, pikselleri andıran bir şekilde bu fotoğrafları yaratması gibi, teknolojinin de gündelik objeleri yeni ürünlerle değiştirerek, günlük hayatımızı nasıl etkilediğini görebilmek. Ağaçlar artık gerçek değil, köpek bile sanayileşmiş bir oyuncakla değiştirildi… Dünyanın, hayal edebileceğimizden daha hızlı bir şekilde değiştiğini hisseden başkaları da var mı? Bu, varlığımızın sonu olarak da görülebilir.
Günümüz, yeni nesil sanatçıları arasından takip ettiğiniz, dikkatinizi çeken isimler var mı?
Alex Prager ve June Calypso, eserlerinden fazlasıyla zevk aldığım, iki genç kadın fotoğrafçı.