Artkolik Dergisi 2. sayısı için İstanbul Modern’in direktörü Levent Çalıkoğlu’yla bir araya geldik. Çalıkoğlu, uzun dönem sanat eleştirmenliği yapmış, küratör olarak birçok önemli sergiyi hazırlamış bir isim… “İstanbul Modern Berlin”, “Yeni Yapıtlar, “Cihat Burak Retrospektifi”, “Melez Anlatılar”, “Alacakaranlık Defter”, “Sınır Deneyimleri”, “Heykel Bahçesi-Yeni Alımlar” gibi birçok serginin küratörlüğünü yaptı. Çalıkoğlu’nun, “Suyun Bir Arada Tuttuğu” Gabriela Schor ile, “Fikret Mualla Retrospektif”, “Eczacıbaşı 60 Yıl 60 Sanatçı” sergilerinde Ali Akay ve Haşim Nur Gürel ile, “Aykırı İşler” sergisinde Haşim Nur Gürel ile, “Dört Duvar: Atölye”, “Apocalypse” sergilerinde ise Mehmet Ergüven ile ortak küratör olarak imzası bulunuyor. Ayrıca Çağdaş Sanat Konuşmaları dizisi ve ‘Modern ve Çağdaş Türk Sanatı’ üzerine yayınlanmış pek çok makalesi olan Çalıkoğlu’yla, Modern ve Çağdaş sanat kavramlarını, Türkiye’de sanat eleştirmenliğini ve İstanbul Modern’i konuştuk.
Röportaj: Özlem ŞAN Fotoğraf: Sebla TANIK
‘Modern Sanat ve Çağdaş sanat kavramları birbirleriyle çok fazla karıştırılan kavramlar… Genellikle de aynı anlama geldiği düşünülür. Sizden bu iki kavramın anlam ayrımını okurlarımız için biraz açmanızı ve İstanbul Modern’in profilinin bu anlamda nerede durduğunu bize biraz açıklamanızı istesem?
Modernle modernizmi ayırmak lazım birbirinden… Modernleşme dediğimiz şey Batı Kültürü’nde 1400’lü yıllarda ortaya çıkıyor. Her türlü alanda; bu alanlar sanatın ve coğrafi bilginin çoğalması olabilir, dinle güncel hayatın farklı bir evrede uzaklaşması olabilir veya her türlü üretimdeki zenginlikte çoğalma olabilir. 600 yıllık bir periyot olan modernleşmenin içerisinde tabii ki sanatın da modern olma hali var. Ancak 1800’lü yıllarda “Modernizm” dediğimiz bir şey doğuyor. O da şu; burjuva kültürü ve aydınlanmanın içerisindeki her türlü endüstriyel, her türlü teknolojik, her türlü bilimsel ilerlemeye sanatçıların vermiş oldukları ters bir cevap… Bu bir yol ayrımı aslında. Sanat 1840’lı yıllara kadar hayatın kendisiydi. Ne izliyorsak onun bir karşılığı vardı. Bütün sosyo-kültürel yapıya da eklenmişti. Ancak “Modernizm”le beraber sanat kendine ait bir dil oluşturmaya başladı. Sanatın kendine ait bir reddediş ilkesi ortaya çıktı. Yani hayatı reddetmek, her türlü yeniliği, yaratıcılığı ve bunun hayata getirmiş olduğu negatif etkiyi reddetmek. Buna “Modernizm” diyoruz. Modernizm 1850-1950 yılları arasında, aslında uç uca ve arka arkaya eklenen akımlar bütünüdür. Batı kültüründe trafik böyle işliyor. Bizde modernlik dediğimiz şey, mevcut dönüşümün içerisinde bir halka. Bir reddediş halkası değil. Burada durup “biz ne zaman reddettik” diye düşünmemiz gerekiyor. Bu doğrultuda çok belirgin bir açıklama yapmak mümkün değil. Ama herkesin kabul ettiği Ali Avni Çelebi’nin “Maskeli Balo”su modernizmin işaretidir. 1950’li yıllardan itibaren de yeni bir kırılma, “Çağdaş” devreye giriyor. Çağdaşın açılımı Batı’da başka, bizde başka. Çağdaş dediğimiz bu yol 1950’li yıllardan itibaren tekrar birbirine işaret etmeye başlıyor. Yani hayatla sanat tekrar buluşmaya başlıyor. Artık güncel hayatımızda da yaşadığımız zamanda üretilen her şeyden söz ediyoruz. Her şey… Bunda bir hiyerarşi yok, etkileşim, ortak bağlam kurmak söz konusu değil. Tamamen şimdiki zamanın güncelliği neyse, ona bakan bir üretimden söz ediyoruz. Onu eleştiren, dönüştüren, tartışmaya dahil edenden söz ediyoruz. Çağdaşın bizdeki karşılığı 70’lerde başlar. Ama tabii kavramlar yine üstüste biner. Modernizmle çağdaş olmak bizde aynı şeydir. Bu doğru mudur? Bu da bir tartışma olabilir ama çok tartışmıyoruz bu konuları biz…
İstanbul Modern’de hazırladığınız ‘Geçmiş ve Gelecek’ sergisinden söz edelim biraz. Türkiye’de üretilen modern ve çağdaş sanatı kronolojik bir sıralamayla sunuyorsunuz. İstanbul Modern, bir nevi Türk sanatının belleği oluyor. Bu bellek neyi hatırlıyor, hatırlatıyor?
Yaptığımız koleksiyon ve sergilerde bellek ve hafıza kısmını unutmuyoruz. Çok hızlı dönüşen bir kültür sanat trafiği var. Bazı durumları hatırlatmamız gerekiyor. Bunda ısrarcıyız. Sonuçta burası sanat için bir ev ve bazı şeyler burada olmalı şeklinde bir temel düşünmemiz var. Ne yapmak istediğinizi bilseniz bile bu birden bire gerçekleşmiyor. Bugünden Eylül ayında yapılacak yeni sergide ne olacağını biliyorum. Çünkü on yıldır üç aşağı beş yukarı, ne yapabileceğinizi, ne yaptığınızı öğreniyorsunuz. Dolayısıyla koleksiyon dediğimiz şeyin bir canlı olduğunu da görüyorsunuz. Nasıl gelişiyor, hangi uzvu daha az gelişiyor, nasıl bir enerjiyle dolu, kendi yolunu nasıl buluyor görüyorusunuz. Bunu bir kerede bulmak mümkün değil… Şuan için “Türkiye’deki modern ve çağdaş sanatın hikayesi nedir?” diye bir soru soruyorsanız İstanbul Modern’de bunun en iyi örneklerini görmeniz mümkün. 180 sanatçı, 236 civarında yapıttan söz ediyoruz. Güncel olarak en kapsamlı sergi budur Türkiye’de. Çok farklı jenerasyonlar arasında bir akış belleği yaratıyoruz. Geçmiş gelecek referansı da o aslında. Müzeler geçmişi ve günceli biriktirirler. Aynı zamanda bu birikim sergilendiği zaman herkes için bir cevap oluşturur. Sanatçılar için de iyidir bu. Genç jenerasyonun çoğu Orhan Peker’in adını duymadan mezun oluyor. Şaka değil bu söylediğim. Dolayısıyla, biz her zaman Türkiye’deki kültür tarihini vücutta tutmaya çalışıyoruz. Ağırlığı 18-40 yaş arası bir ziyaretçimiz var. %40-45 yabancı ziyaretçimiz var. Günlük 1800-2000 kişilik bir ziyaretçisi var, ücretisiz Perşembe günlerinde 3000’den aşağı düşmüyor bu rakam. Bu rakamlar modern bir müze için, dünyada da, Türkiye’de de çok iyi rakamlar. Dolayısıyla sürekli ziyaretçimizi beslemeliyiz, yeni alanlar açmalıyız. Her yapıta muhakkak açıklamasını ekleriz, sanatçısı hakkında bir bilgi veririz. Olmadı o dönemi anlatan bir sanat tarihçisinin videosunu izleriz. Kulaklıkla artı bilgi veririz. Bunların hepsi bir sergiyi besleyecek şeyler. İddianız buysa, etrafına çok şey örmeniz lazım. Yani her gelişinizde yeni bir tecrübeye açık olmanız lazım, bu zor ve iddialı bir laf. Ama durum ortada, müze size bunu sunuyor. Bunu insanların sosyal alışkanlıklarının ayrılmaz bir parçası haline getirmede bir başarı var.
Türkiye’de sanat eleştirisinin durumunu değerlendirir misiniz? Sanat eleştirisi işlevini ne kadar yerine getiriyor?
Hakikaten bunu çok istiyorum ama bu alanı açmak da benim işim değil. Pek çok şey bizde eş zamanlı yürümüyor ne yazık ki! Sanat alanında bir dönüşüm varsa, o dönüşümün içinde eleştirmenin de olması gerek. Bir şey doğarken birileri onu doğuş aşamasından eleştiriye başlamalı. Kötü anlamda söylemiyorum. Türkiye’de bu çok az örnekte cevap buldu. Üretim çok ancak bir sanatçı-eleştirmen ortaklığı yok. Çok eleştirmene ihtiyaç var. Bir iki eleştirmenin sanat sahnesindeki içinde olup, onu etkilemesi hiç de kolay değil. Bence en damar tartışma bu olmalı, genç jenerasyon kendisini adamalı bunun için de öncelikle bir sanatçı olarak karşısındaki kişinin ürettiğine inanmalı. Sanatçı bir şey ürettiği zaman onun olumlu ya da olumsuz konuşulmasını, tartışılmasını ister. Bugünün gençlerinden kaç insan hayatının bir kısmını bir sanatçıya veya bir sanatçı grubuna adayabilir? Eğitimle, egoyla parallel bir şeyden söz ediyorum. Ben eleştirmenlik yaptığım dönem 15 yıl yazı yazdım, 1 lira kazanmadım. “Kazanacağım” diye de düşünmedim zaten. Bir özne sorunu da var. “Eleştirmenim” diyen yok. Tabii ki o sıfatı haketmek gerek, bir ağırlık var onu anlıyorum ama bu işler biraz da böyle olmalı; birinden isim/etiket beklemeden… İstanbul Modern’de bir çok insan yurt dışından geliyor, kartlarını veriyor bana, altında “sanat eleştirmeni” yazıyor. Türkiye’de kimseden böyle bir kart almadım.
İlk hazırladığınız sergi Mehmet Ergüven’in ‘Apocalypse’ydi. O yıllarda Türkiye’de ilk kez resim sergisi yapan küratördünüz. Neden küratörlerinin resim sergisi yapmak gibi bir çekincesi vardı o dönem? Ve siz bu sergiyi yaparken neler düşündünüz ve amaçladınız?
Bu enteresan bir konu. Türkiye’de küratörlüğün nasıl doğduğuna ve geliştiğine alan açabilecek bir tartışma bu. 1999’da Mehmet Ergüven’le “Apocalypse” diye bir sergi yaptık, ortak sergimizdir o bizim. O dönem 2000’e giriyorduk, milenyum çılgınlığı vardı. Türkiye’de küratörlü sergi bağlamı, çağdaş ve güncel serge bağlamı resim dışı üretimde bulunan sanatçılarla özdeşleştirilmişti. Yani “Tuval dışı bir üretimde bulunuyorsan çağdaşsın” şeklinde bir etiket vardı. Buna tepki olarak “Apocalypse” sergisini yaptık. Temeli de; sanat yapıtını herhangi bir malzemeyle sınırlayamassın, sanat düşünsel bir alandır, sonra vücut bulur üzerine oturttuk. İddiamız, orada düşünsel bir alanın, resimle ne kadar iç içe olduğu ve sanatçıların aslında once düşünüp sonra vücut bulan yapıtlar düşündüklerini sunmaktı. Bir alan açmaya çalıştık. Şimdi düşününce hepsi parodi geliyor ama 90’larda böyleydi Türkiye. Resim yapan kişi geri, şemacı, eski kafalı algılanıyordu… Apocalypse 2000’le özdeşleşiyordu. Yokluk, kıyamet ya da geleceğin nasıl olacağına dair kuşkuculuk sanatın doğasında olan bir şeydir. Dolayısıyla biz ressam üretimi üzerinden bu alanı nasıl tartışabilirizin adımını atmaya çalıştık. Gerçekten ilginç geldi insanlara. Çünkü ressamlar da o tartışma ortamında kendilerini geride görmeye başlamak gibi endişelere sahipti. Biz sadece alan açmaya çalıştık…
Son olarak Retrospekif sergiden bahsedelim. En son “Ressam ve Resim: Mehmet Güleryüz Retrospektifi” isimli sergiyi hazırladınız.Retrospektif sergi nasıl bir görünürlük sağlıyor ressama? Sanatçının, tüm eserlerini takip edebilmenin dışında vurguladığı noktalar nelerdir?
Sanatçıya bir şey sağlıyor. Mehmet Bey’in kendisi bile bu kadar yapıtını, bu büyüklükteki bir mekanda yanyana izlemedi daha önce… Sanatçının kendi üretimini adlandırması, kendi tarihine bakması, kendi tarihini görmesi ve eleştirmesi açısından çok önemli. İkincisi; retrospektifler ne sağlıyor? Sanatçının bütün süreçlerine dair görünürlük sağlıyor. Hangi sanatçının retrospektifi yapıldığı da çok önemli. Sadece o sanatçıya değil, sanatçıyla birlikte tarihe bakıyorsunuz. Güleryüz Türkiye’de, 60’lı yıllardan bugüne modern ve çağdaşın dönüşümünde çok önemli bir figür. Çok disiplinlerarası bir figür, çok önemli, çok özel bir sanatçı. Tiyatrosu var, heykeli var, deseni var, performansı var. Dolayısıyla onunla birlikte Türkiye’deki bütün bir dönüşüme bakabiliyorsunuz, bütün bu alan ve disiplinleri tartışmış oluyorsunuz. Eğitimci kimliğini geçen hafta tartıştık. Bunların her biri sanatçıya saygı duruşudur aslıbda, onun üretimine olan inancı temsil eder. Biz 10 yılda 9 retrospektif yaptık. Ana sergi trafiğimiz içerisinde retrospektifler hakikaten çok önemli. Türkiye’deki sanatın dinamiklerini göstermesi, bir sanatçıyı çok derinlikli sunmasıyla büyük ilgi görüyor.