Freud der ki “Rüyalar bilinçaltına giden bir kral yoludur”. Bilinçaltından çıkıp, zihnimizi meşgul eden, kimi zaman metaforik anlamlar taşıyan rüyalar, sinema için de harika bir kaynak oluşturur. Eksantrik yönetmen David Lynch’in başyapıtlarından biri olan Eraserhead (1977) , hiç kuşkusuz, “kral yolunda” giden ve bu duruma verilebilecek en iyi örneklerden biridir. Öyle bir filmdir ki Eraserhead, kara mizah, kanlı bir sürrealizm, erotik imgeler ve siyah-beyaz olağanüstü bir sinematografi gibi birçok farklı unsuru bir araya getirir. Başka bir deyişle, Eraserhead’i deneyimlemek, aynaya bakıp başka bir insanın yansımasını görmek gibidir.
Film, yalnız dünyasında yaşayan Henry Spencer’in (John Nance), Mary X (Charlotte Stewart) adında bir kadınla tanıştıktan ve mutant bir bebeğe sahip olduktan sonra hayatta kalış mücadelesini konu alıyor. Filmin geneline bakıldığında aldatıcı sembollerle dolu olduğu kolayca fark edilebilir. Derin korkular: Belki de söz konusu rüyalar ya da rüya deneyimi olduğunda, vurgulanması gereken en önemli nokta korkularımızdır.
Mutant bebek, Henry’nin en derin korkularının ete kemiğe bürünmüş halidir. İnsanlardan uzun süre soyutlanmış bir halde yaşayan Henry, evlilik baskısı ve babalığın verdiği sorumlulukla birlikte bunalmış haldedir. Küçük gibi gözüken problemler iyice büyür ve Henry, umudu ve tüm pozitif enerjiyi yutan bir karadelikle yüzleşir. Çaresizlik havası tüm film boyunca hissedilir. Karanlık ve bunaltıcı atmosfer, filmin ayrılmaz bir parçasıdır. Mary X’in bebeğini ve Henry’yi terk etmesi, olayların sonuna giden yolda en önemli gelişmelerden biri olur. Henry, Mary’nin terk edişinin ardından, bebekle ilgilenen ruhani bir koruyucuya dönüşür: sadece bir noktaya kadar. Hastalanan mutant bebeğin durmak bilmeyen ağlama krizleri, Henry’yi dönülmesi imkansız olan bir pozisyona getirir. Tuhaf bir biçimde, bebeğin organlarını tutan tek şeymiş gibi gözüken sargıları çıkaran Henry, makas saplayarak bebeği öldürür. Takip eden karanlık birtakım imgelerin ardından, beyaz bir ışık eşliğinde beliren “radyatördeki kadın” Henry’yi sarılarak karşılar. Burada söz konusu olan, Henry’nin kendi cehenneminden kurtuluşunun metaforik bir dışavurumudur.
Filmde kullanılan klostrofobik çekimler, Henry’nin iç dünyasının bir yansıması olarak izleyiciyi büyük ölçüde sınırlar ve böylelikle, bir süre sonra, Henry’nin iç dünyası izleyicinin iç dünyasına dönüşür. Eraserhead, bir rüyadan çok bir kabusun ekrana yansımış halidir. Bazen bir kabus görürsünüz ve kabus gördüğünüzden haberiniz olmadan bunun bir düş olması için dua edersiniz. Uyandığınızda ise bu size verilmiş bir hediye gibidir.
Eraserhead de, daha derinlerde, gördüğü kabustan uyanmak için çabalayan Henry Spencer’ın hikayesini konu alır. Karşımıza çıkan her karakter ya da her eşya aslında hayatımızda karşılaştığımız olayların birer simgesidir. Bastırılmış duygular, özellikle de korkular, rüyalarda açığa çıkabilir. Bu durumda, Eraserhead’in, bastırılmış korkuların gün yüzüne çıkış hikayesini anlatan bir başyapıt olduğunu iddia edebilir miyiz? Net bir ifadeyle, film sadece bu boyuta da indirgenemez. Eraserhead, bilinçaltının derinliklerinden gelen, öfke, sevgi, ihanet, korku gibi birbiriyle sonsuz bir savaş içinde olan, birçok karmaşık duygunun temsilleriyle doludur. Karmaşık yapısı, onun izleyici tarafından anlaşılmasını daha da güçleştiren önemli unsurlardan biridir ve söz konusu bu karmaşık yapının kaynağı da yine rüyaların anlaşılması güç, kompleks oluşumudur.
Eraserhead, David Lynch’in filmografisi açısından da oldukça önemli bir yere sahiptir. Lynch’in ana akım olarak nitelendirebileceğimiz diğer filmlerine bakıldığında, Eraserhead’in etkilerini açıkça görmek mümkündür. Karanlık ve aydınlık bir koridorun ortasından aynı anda geçmek kadar tuhaf bir deneyim olarak tanımlayabileceğim film, bilinçaltınızın labirentinde, kendi isteğinizle kaybolmak isteyeceğiniz türden bir eser.
Yazar: Eren SAMANCIOĞLU