Uzun yıllar iş hayatının zirvesinde bulunmuş bir işadamı olarak ne ilginçtir ki bir tarihlerde Türkiye’yi kontrol eden, söyledikleri uygulanan, istedikleri yapılan kabadayıların neredeyse tümünü iyi tanırım.
Bugün düşünüp taşınırken, televizyonda bir büyüğümüz konuşuyordu ona denk geldim mesajlarının içeriği, tavrı, hareketleri birdenbire bana kabadayıları hatırlattı. Saygı duyarım hepsine çok iyileri, çok büyükleri, çok değerlileri, dostum, arkadaşım olanları vardı ne yazık ki onlar dünyaya veda ettiler. Bir gün ofisimde otururken birdenbire kapı açıldı ve içeri az saçı olan, ufak tefek, kolları açık değişik bir yürüyüş tarzı olan bir adam içeri girdi ve tam karşımdaki koltuğa oturdu. Tabancasını çıkardı masamın üzerine koydu ‘’Bak arkadaş ben Dündar Kılıç dedi. Sen benim reklam ajansım olduğunu biliyor musun?’’ dedi. ‘’Biliyorum’’ dedim. ‘’O zaman bu işlerde haddini bileceksin. Öyle her müşteriyi alamazsın. Alırsan bunları edepli bir şekilde benim ajansıma devredersin. Bunların başında Vakko geliyor sonra Banker Kastelli geliyor ki o benim hemşerim sen nasıl onların işini yaparsın yahu, sen bizim arkadaşlarımızın, çalışanlarımızın ekmeklerine mani oluyorsun.’’ dedi. Baktım ki iş tatsız bir hal alıyor ne yapacağımı düşünürken o tarihteki benim akıllı sekreterim, çok yakın kadim dostum olan saygı duyduğum ve beyefendi bir insan olduğuna gönülden inandığım meşhur İdris Özbir lakabı Kürt İdris’e telefon ediyor dışarıdan. Diyor ki ‘’ İdris Bey, Dündar Kılıç şirkete geldi Nail Bey’i içeride rehin aldı. Dışarıda da aşağı yukarı 100 tane adamı şirketin etrafını çevirdi. Kardeşim diyor ki ‘’Aman idare etsin, geliyorum.’’ Geliyorum deyişi bir enteresan. Anında ofisinden fırlıyor, atlıyor arabasına ve geliyor. Biz burada Dündar Kılıç ile sohbet mi ediyoruz, tartışıyor muyuz, rehin alınmak böyle bir şey mi ben bunların hepsini birden yaşıyorum derken benim Taksim yokuşundaki ofisim olan Doktor Tevfik Remzi Kazancıgil Köşkü hakikaten tarafımızdan restore edilmiş çok şık ve tarihi bir binaydı. Yüksek tavanları ve upuzun kapısı vardı. Benim odamın kapısı da güüüm diye açılıyordu. İdris Ağa, uzun boylu, göğsü ileride, bronz renkli ve masmavi gözlü, kadife gibi kırçıllı beyazlı siyahlı enteresan saçları olan daima takım elbise giyip fakat kravat takmayan, efe yürüyüşlü bir dostumdu. Kendisi kapıdan içeri giriyor ve Dündar Kılıç’a ‘’Ooo hoş gelmişsin Dündar bizim mekâna’’ diyor. Bizim mekâna lafı her şeyi bitiyor. Dündar Kılıç hemen ayağa kalkmış, tabancasını nereye koymuşsa koymuş ve bana döndü ‘’ Yahu gardeşim ağanın burayla ilişkisi olduğunu niye söylemiyorsun’’ dedi. Bir çıkışıyor şöyle önce, ben de tabi İdris Ağanın içeri girişinden büyük cesaret alarak ‘’Ne diyorsun sen Dündar Ağa Dünya biliyor benim İdris Ağa ile yakın olduğumu bir tek sen mi bilmiyorsun’’ dedim. Her neyse biz başlıyoruz, o iş bitiyor, tabancalar kalkıyor ortadan sohbet sohbet sohbet derken Dündar Kılıç diyor ki bana’’ Ağa mademki İdris Ağa var mademki ben varım mademki senin gibi bu işi bilen adam var gel biz bir şirket kuralım ve Türkiye’deki bütün reklamları alalım.’’ Eyvah ne diyeceğim ben şimdi. Ben de ‘’Dündar Ağa memnuniyetle yapalım bunu ama bizim meslekte bir racon vardır biz aynı meslek kuruluşundan iki şirketin reklamını yapamayız. Ona bu rekabet anlayışı mani olur. Bir reklam şirketi ancak o meslek dalındaki tek firmanın reklamını yapabilir.’’ dedim. Yahu olur mu öyle şey bizim ağalığımız var biz bastırırız alırız hepsini’’ dedi. ‘’Ayrıca da bu işi çok karlı bir iş olarak zannetmeyin, öyle 2-3 kişiyi falan doyuracak bir iş değil bu iş çok özelliği olan bir iş ’’ derken ben bunları vazgeçirdim. Benim şirketimin adı CEN Ajans, Dündar Kılıç ise reklam şirketini kurdu ve adını CEM Reklam yaptı. Benzer mi olsun istedi bir akrabasının torunun adını mı koydu bilmiyorum ama öyle bir şey yaptı. Çok beyefendi bir genel müdürü vardı, dostluğumda vardı kendisiyle uygun seviyeli bir şekilde ilişkilerimizi götürüyorduk. Böyle bir fors majör yaşadım işte. Derken, Dündar Kılıç neden CEM Reklamı kurdu o da enteresandır. O tarihte Türkiye’deki bütün eğlence yerlerinin reklamlarını, programlarını, seanslarında hangi sanatçıların çıkacağının vs. verildiği tek gazete vardı o da Hürriyet. Hürriyet’in o tarihteki satışı da net konuşuyorum bunu 1 milyon civarındaydı. 1 milyon satan 3 gazete vardı; Hürriyet, Tercüman, Günaydın üstelik Günaydın yeni bir gazete olmasına rağmen bu üçlü içindeydi. Enteresan bir dönemdir. Ben Tercüman Gazetesi’nin reklam ajansı olarak Kemal Ilıcak’a çok uzun yıllar hizmet verdim. Tercüman’ın Genel Yayın Müdürü de birlikte çalıştığımız arkadaşım Güneri Civaoğlu’ydu. Fakat Erol Simavi ile o tarihlerde tanırdım ama samimiyetim yoktu o da malum Hürriyet’in sahibiydi. Bu Hürriyet’in aldığı eğlence yerlerinin reklamlarından gazete para tahsil etmekte zorlanıyordu bunun üzerine çok yakın adamlarından biri olan Dündar Kılıç’ı çağırıyor Erol Simavi ve diyor ki ‘’Hemen bir reklam şirketi kuracaksın ve bütün eğlence yerlerinin reklamları senin üzerinden geçerek bizim gazeteye girecek. Mekânlarla sen muhatap olacaksın, sen parayı tahsil edip komisyonunu alacaksın sonra da benim hakkımı vereceksin.’’ Böylece Hürriyet hem kendini garantiye almış oluyor tahsilatlar için hem de Dündar Kılıç’a yeni bir ekmek kapısı açarak bir nevi de destek çıkmış oluyor.
Her neyse bizim o geceki sohbetimiz Bebek Balıkçısında sona erecek. Kalkıyoruz ve Dündar Kılıç’ın ısrarıyla o lokantaya gidiyoruz. Arkamızda iki ağanın da bir sürü adamı var. Lokantadan içeriye girdik içeride iki masa var. Masalardan bir tanesinde 6-7 kişi diğerinde de 2 kişi oturuyor. Bu iki kişi oturanlardan bir tanesi Çapamarka meşhur çorbalar yapan firmanın sahibi bir beyefendi karşısında da bir arkadaşı baş başa oturuyorlar herhâlde iş konuşuyorlar. Diğer kalabalık 7 kişi de ağaları görünce hemen ayağa kalkıp müthiş bir saygıyla ellerini sıkıp öptüler falan. Sonra biz de bir masaya oturduk beni ortalarına aldılar. Dışarıda adamları görüyorum içeride bir miktar adamları oturuyor her yer doldu. Fakat son derece rahatsızım ve hiç hoşuma gitmeyen bir ilişki ne yapacağımı düşünüyorum öyle derken sonra masaya yemekler geldi yenildi içildi oturuldu hep beraber. Benim de ikide bir tuvalete gitme ihtiyacım oluyor. O tarihte bugünkü gibi cep telefonları olmadığı için lokantanın telefonu da tam tuvaletin kapısının önünde epey de yürümek lazım ben kalkıyorum tuvalete gidiyorum geliyorum tuvaletten Dündar Ağa ve İdris Ağa ayağa kalkmış bana nezaket gösteriyorlar. Aradan zaman geçiyor yine sıkışıyor ve yine tuvalete gidiyorum yine ayağa kalkıp ağalar saygı gösteriyorlar. Ben çok genç bir adamım o tarihlerde onlar ellerindeki tokuşturdukları kadehi bir saygı ifadesi olarak masanın altında tokuşturuyorlar. O arada soruyorum yahu kimdi size çok saygı gösteren bu 6-7 kişi diye. Diyorlar ki ‘’İstanbul’un muhtelif bölgelerinin emniyet müdürleri’’ Vay anasını… Bu insanlar böyle bir saygı görüyor işte o tarihlerde. Neticede o gece sonlanıyor. Ben zaten Bebek’te oturduğum için yürüyerek evime gidiyorum ve öylece ayrılıyoruz.
Derken 12 Eylül Darbe oluyor. Ve Türkiye’de yönetim değişiyor. Tercüman Gazetesi sahibi Kemal Ilıcak o zamanki örfi idare komutanı paşayı makamında ziyaret ediyor. İçeri bir giriyor ki paşanın karşısında Çapamarka Bey oturuyor yani bizim lokantada gördüğümüz kişi. Komutan onun eskiden arkadaşıymış. Üçü sohbet ediyor derken Paşa ‘’Bütün mafyaları, kabadayıları, kanunsuz iş yapan herkesi topladım, tıktım içeri.’’ diyor. Çapamarka gülüyor, diyor ki ‘’Yanılıyorsun be komutan, bunların en başları var bir tane o dışarıda.’’ Komutan ‘’Kim?’’ diyor. ‘’Nail Keçili diye genç bir adam’’ diyor o da. Lafa hemen Kemal Ilıcak giriyor ve ‘’Yahu Cezmi atma, bilmeden atma adamın da başına bela açma. Nail bana bu hikâyeyi anlattı. Vaziyet şöyle şöyle olmuş o da onlarla beraber Bebek Balıkçısı’na gitmiş yemek yemişler. Tesadüfen sen de oradaymışsın’’ derken yukarı da size anlattığım tüm hikâyeyi anlatıyor. Nail diyor benim adamım, en yakın arkadaşım, dostum, babasını tanırım, ailesini tanırım, babası DP’nin ileri gelenlerinden ünlü Nadir Nail Keçili’nin oğludur, pırıl pırıl bir adamdır diyerek beni anlatıyor. Allah’tan Kemal Ilıcak oradaymış eğer orada olmasaydı bendeniz Türkçe tabiriyle babayı yemiştim ve doğru askeri insanların tutuklandığı Haydarpaşa’da tüm senelerimi geçirecektim.
Oradan kurtardık ama işin enteresan tarafı başarılı iş hayatımın süratle büyüdüğü, Türkiye’ye müthiş vergi verdiğim, 3 bin adam çalıştırdığım, 28 şirket yönettiğim dönemde bir gazete sahibi olan hasbelkader o gazeteye sahip olmuş olan Milliyet Gazetesi’nin sahibi Aydın Doğan beni emrinde olan çok yakın adamı Mesut Yılmaz kanalıyla koalisyon hükümeti döneminde hapsettiriyor. Bu çocuk daha fazla büyümesin diye işlerimi batırıyorlar, hayatımı sürünecek hale getiriyorlar. Nereden nereye… Dolayısıyla hep düşünürüm. Adnan Menderes uçak kazasından bildiğiniz üzere Allah’ın büyük bir delaletiyle kurtulmuş, ölmemişti. Uçakta neredeyse herkes ölmüştü, Adnan Bey sağ çıkmıştı. Onu kurtaran Rıfat Kadızade o tarihlerde Sakarya Milletvekiliydi, Adnan Bey’in çocukluk arkadaşıydı. Ve Adnan Bey’in uçağın tavanına sıkışmış olan ayağını kafasıyla tavanı zorlayarak çıkarıp sırtında indirerek kurtarmış ve biraz uzaklaşıyorlar sonra uçak patlamış içindeki herkes ölmüş, vefat etmişlerdi. Hep o zaman düşünürdüm Allah’ım ne büyüksün kurtardın Allah Menderes’i, ne kadar büyük bir lütuf vs. diye. Kardeşim, bir gün geldi Adnan Menderes’i Türkiye Cumhuriyeti, Londra’dan Türkiye’ye döndü diye develer keserek karşıladı bir gün geldi bir adamın oğlunu kurban etmeye kalktığı dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nin askerleri Amerika ile anlaşarak astılar astılar, idam ettiler. Adam uçak kazasında kurtuldu fakat ülkesinde sebepsiz bir şekilde idam edildi. Sadece başarılı çok büyük bir adam olan Adnan Menderes’in, ülkesi için başarılı bir başbakan olmasının önüne geçip buna mani olmak için. Aynı hadisenin farklı bir boyutu işte bana yapılan farkı yok. Benim ki ekstradan başka bir gazetenin patronuna çaktırmadan ben hapishane falan sürünürken fena halde dolandırdı, sonumu da gerçekten getirdi.
Şimdi bu kabadayı kardeşlerimizin hepsi o tarihte tutuklandı. Tutuklandı ama ilginç bir hususa değinmek istiyorum. Türkiye’de uzun yıllar bazı konulardaki devlet idaresi çok güçlü olmadığı için özellikle ülkede adaleti sağlayan ve zaman zaman insanların başvurdukları kitleler Türkiye’nin kabadayılarıydı. Onlar meseleleri halledeler, onlar abilik yaparlar, insanların haklarını onlar verirlerdi. Sonra yıllar geçti ve hayat değişti bizler yok olduktan sonra bir sürü insan da yok olduktan sona yeni bir iktidar geldi. Şuanda Türkiye’mizi idare etmekte olan iktidar geldi. O iktidar, bu kabadayıları gerçekten yok etti yok oldular, senin benim gibi bir vatandaş oldular. Polis mekanizması çok güçlü bir hale getirildi bugün olduğu gibi özellikle devletin bu tür güçlerinin ülkeyi gerçekten kontrol altına aldıklarını, terörle uğraştıklarını, başarılı icraatlar yaptıklarını, güçlü bir İç İşleri Bakanıyla birlikte uzun zamandır hakikatten bizim gördüğümüz o dönemden çok farklı bir yönetimi seyretmekteyiz. Ancak dikkatimi çeken hususlardan bir tanesi ülkenin idaresinin sorumluluğunda olan kişilerin, tavır, hal, karakterleri, icraatları, canlarının istedikleri şekilde oldu hep. İstedikleri insanları istedikleri yere getirdiler, istemediklerini yok ettiler. Bunu yaparken de Türkiye’yi sizler bizler gibi bir anlayış içerisinde ikiye devşirdiler. Bunun doğru olup olmadığı konusunu önümüzdeki seçimlerde göreceğiz. Benim kanaatime göre tecrübeli, bilgili, görgülü insanları devlet idaresinden uzaklaştırarak, işadamlarının işadamlıklarını ellerinden o veya bu şekilde alarak, yeni işadamları yaratarak, yarattıkları işadamlarının çoğunun hepsinin değil tabii ama çoğunun ülkeye olan bağlılıklarının anlaşılmaz şekilde olduğunu görmek, Londra’da bir sokak satın aldıkları, başka ülkelere gidip şirketlerinin merkezini taşımaları bizim alışageldiğimiz memleket, millet sevgimizin onlarda olmadığını görmek hep canımı acıttı.
Ayrıca başka şeyler de oldu neler oldu biliyor musunuz? Kabadayılar tekrardan ortaya çıkmaya başladılar. Acaba onlar mı sağlayacak adaleti merak ediyorum.
Hepinize iyi haftalar dilerim.
Nail KEÇİLİ