Babamın ölümünden sonra 12 yaşlarına geldiğimde üvey babam Ertuğrul Soysal’ın kontrolüne girmiştim. Ondan sonra o büyüttü beni. Ertuğrul Soysal, son derece ilginç bir insandı. Aile bağlarına kuvvet veren, evlatlarını ve eşine seven fakat bu sevgisini çok dışarıya yansıtmayan, otoriter, sanki Alman disipliniyle kendisini yetiştirmiş gibi hareket eden bir adam. Mülkiye mezunu ve mülkiyeyi de birincilikle bitirdiğini ısrarla söylerken aynı zamanda Maliye Bakanlığı yapmış bir sınıf arkadaşı da kendisinin birincilikle bitirdiğini ısrarla söylerken anladık ki ikisi de gerçekten birincilikle bitirmişler. Ve Mülkiyelilerin bir âdeti varmış o zamanlar inek çekerlermiş. İkisi de aynı ineği beraber çekmişler. Öyle enteresan bir hikaye…
12 yaşında Ertuğrul Bey ile annemin evine taşındıktan sonra üvey babamın ortaya koyduğu ilk prensip motosikletimi satmam gerektiği oldu. Ertuğrul Bey, ‘’12 yaşında bir adam, bisiklete takma motorda olsa ona binemez, yanlıştır, satacaksın. ’’ dedi. Ve sattı. Parasını bankaya koymuş bunu sonra anladım. Faizini de gayet güzel bir şekilde yıllarca işlettirmiş. Ve bana daha sonraları zamanın çok değerli fiyakalı bir Fransız marka Auto Moto bisiklet aldı. Bendeniz motordan inip bisiklete binmeye başladım. Tabi bunun psikolojik olarak benim gibi bir çocuğu ne kadar üzdüğünü tahmin edersiniz. Derken okuduğum okul olan Alman Lisesi’nde babamın ölümünün ardından okul müdürü beni yanına çağırdı. Müdür Herr Einstock bana dedi ki ‘’ Senin baban intihar etmiş. Gazetelerde bahsediyor. Ünlü ve önemli bir adammış. Ama bunu okuyan sınıf arkadaşların ve onların aileleri bu hadiseden rahatsız olurlar. Bu sebeple sana kim bakıyorsa seni buradan alsınlar.’’ Dedi. Yani beni Alman Lisesi’ndeki diğer sınıf arkadaşlarıma layık görmemişler. Halamla konuştum. O zamanlar daha ziyade halam vasilik ederdi bana. Allah rahmet eylesin. Halam ve üvey babam birlikte beni Avusturya Lisesi’ne leyli olarak geçmemi sağladılar. Ve ben hayatımda ilk defa leyli olarak yanılmıyorsam işte 13-14 yaşlarında gitmeye başladım. Leyli olmayı da sanki evden kovulmuş gibi hissediyordum. O da beni ikinci üzen bir hadiseydi. Ayrıca babamın tek evladı olmanın getirdiği belki de bir avantajla ne para sıkıntısı ne pul sıkıntısı çektim. İşte bilindiği üzere 12 yaşında bisikletli motorum vardı. Her şeyi en üst seviyede yapmamı arzu ederdi babam küçük yaşlardan itibaren. Çok görgülü bir aileydik. Güzel günler geçtikten sonra 60 İhtilali rahmetli babamı hayattan aldı. Her neyse, çok kısa anlatıyorum yoksa kitap yazmak lazım bu iş için.
Bendeniz Avusturya Lisesi’nde leyli olarak okurken her yaz mektebin tatil olduğu gün üvey babam beni kendisinin teması olan muhtelif meslekteki iş dünyasının değişik yerlerinde çalışmam kaydıyla işe verirdi. Bunların içinde en ilginci Sirkeci’de çok büyük bir yedek parça satan dükkânın sahibi olan Recai Erki Bey’in, o da Allah rahmet eylesin onun yanına verdiler. Recai Bey, gayet nazik çok beyefendi bir insandı. Bana da her zaman iyi davranırdı. Yanılmıyorsam haftada 5 Lira alıyordum. Recai Bey bir gün bana dedi ki ‘’Evladım, bak amcayla beraber gidin depoya oradan sana diferansiyel verecekler onu al da gel.’’ Ben tabi bunu basit bir şey olduğunu düşünerek depoya gittim amcayla beraber. Amca orada benim sırtıma bir tane semer geçirdi. Hani eskiden hamalların sırtına yük taşımak için kullandıkları semerden. Onun da üstüne o diferansiyel dedikleri kocaman bir demir parçasından müteşekkir otomobilin arka tekerleklerine kumanda eden aleti koydu. Kaç kiloydu bilmiyorum ama çok ağırdı. Onu dükkâna kadar taşıdım. Aşağı yukarı diyelim ki 1 km, perişan olmuştum. Böyle bir muhallebi çocuğu birden bire böyle işlere koyulunca çok ağırıma gitmişti. Ama sesimi çıkarmadım. Derken yaşımda ilerliyordu 15-16 yaşlarındaydım. Üvey babam dedi ki ‘’Artık zamanı geldi. Bankada motosikletinin parası birikti. Sana bir tane motosiklet alacağım bu artık senin hakkın’’ dedi. Ve bana pedallı NSU marka küçük bir mobilet aldı. Ben o mobiletin önüne camlar taktım, siperlikler taktım. Allah’ım görseniz Galatasaraylı meşhur Allah rahmet eylesin Karıncaezmez Şevki vardı. Onun arabasını donattığı gibi aksesuarlarla donattım. Bir yerde park ettiğim zaman elime kalem alırdım, kalemin üstüne de kumaş sarardım elin girmediği yerleri temizlerdim. Öyle bir bakım içinde Sanki Rolls Royce almış gibi keyif aldım. Ve motorumla başladım işe gidip gelmeye. Okul zamanı okula motorla gitmiyordum çünkü leyli okuyordum. Her neyse bir yaz çalışma senelerimin sonuna doğru okulunda bitme zamanı yaklaşınca beni kendi fabrikasına kendisinin de genel müdür ve hissedar olduğu Atlı Zincir Sanayii’ne koydu. Orada terfi etmişim. Nasıl terfi etmişim? Ambar şefi olmuşum. O tarihlerde altıma bir tane üç tekerlekli Arçelik Triportörlerden çıkmıştı onlardan verdiler yani yağmurda çamurda kullanabileceğim, eve gidip gelebileceğim fakat şart akşam eve giderken arkama 2-3 zincir torbası koyarlardı. Sabahleyin erkenden gelirken hangi müşteri sipariş etmişse onun dükkânına uğrar ve o zincir torbalarını boşaltırdım. Böylece hem nakliye işini desteklerdim hem de kendi altımda hiç olmazsa yağmurda da üstü kapalı bir arabayla hareket ederdim. En çok o sabahları mal taşıdığım iş yeri de perşembe pazarında Rauf Osman Karadeniz şirketiydi. Rauf Osman Bey, bugün ünlü Osman ve Orhan Karadeniz kardeşlerin babalarıydı. Çok muhteşem bir adamdı. Şiir kitapları olan, son derece estetik işler yapan, varlıklı bir adamdı. O’na da rahmet eylesin Rabbim.
Velhasıl ben mektebi de bitirdikten sonra orada şef olarak çalışmaya başladım. O dönemde başarılarım itibarıyla beni makine fabrikasının satış müdürü yaptılar. Ve çok gençtim. Bu arada askerliğimin de gelmiş olması dolayısıyla üvey babam beni ‘’Hadi bakalım askere gidiyorsun’’ deyip hiçbir torpil yapmaksızın ki o tarihlerde yapsaydı bir iltimas kendisi İstanbul Sanayi Odası Başkanı ve çok ünlü bir sanayiciydi aynı zamanda yazardı yani beni istediği yere tahin ettirebilirdi. O zamanki Türkiye’de o işler işliyordu. Fakat en ufak bir torpil yapılmasına da mani olarak beni Beşiktaş Askerlik şubesi kanalıyla, Kıbrıs Birliği ‘ne komando olarak önce Isparta Eğitim ve Komando Okulu’na gittim. Ne olduğumu anlamamıştım. Nereye gittiğimi de anlamamıştım. Ama çok büyük bir ıstırap içindeydim. Bütün bunları yaşayacağım hiçbir zaman aklıma gelmezdi. Komutanlar ‘’tırman bakalım şu dağa’’ dedikleri zaman yani anlamıyordum ne dediklerini o kadar bu konulardan bir haberdim. Fakat İstanbul’da 5-6 yaşlarında ata binmeye başlamıştım Atlı Spor Kulübü’nde. Kulübün takımında ata binip kendimi yetiştirmeye çalışıp, konkurhipiklere girerdim. Ve orada sporu ve hareketleri çok başarılı bir şekilde yapmış bir evlat olarak birazcık o konuda tecrübem vardı. Dolayısıyla komando okulunu da bitirerek askerliğimin diğer bölümlerini de yapıp son döneme doğru Ankara’ya tahin edildim. Belki 3-5 ay belki 1 sene kalmıştı. Ondan evvelkini bahsetmek istemiyorum zor şartlarda geçti. Ankara’ya tahinden sonra beni Amerikan Askeri Yardım Kurumu’na beni koyuvermişler. O zaman orası CIA ile birlikte çalışan bir teşkilatmış. Orada muhafız takımında görev aldım. Ve muhteşem bir başarı zincirleri bırakarak arkamda komutanlarım askerlik bittikten sonra dahi beni bırakmak istemediler. Hepsine saygı, sevgi ve rahmetlerimi sunarım. En önemlisi üvey babam Ertuğrul Soysal’a bugün her an her gün her an her saat bir numarada annem, babam ve Ertuğrul babam olmak üzere dualarıma devam etmekteyim. Ve Ertuğrul babaya âşık bir evlat olarak da, bana yaşattığı bu zor zannettiğim aşamaları atlattığı, başarttığı için de ayrıca teşekkür ederim. Eğer bütün bunlar olmasaydı benim hayatımdaki büyük büyük büyük başarılarım, çok büyük tecrübe sahibi olduğum bilgilerin hiçbirine hiçbir zaman sahip olamayacaktım, çevremi bu kadar genişletemeyecektim. Ve en en en önemlisi bana ihanet eden, ahlaksızlık eden, şerefsizlik eden gazete sahibi patronlar ve zamanın koalisyon hükümetindeki siyasetin içindeki zatın mahvettiği düzenimi, kapattığı şirketlerimi, Akademi İstanbul’u, Türkiye’yi aşmış bir reklam ajansı olan CEN Ajans’ı hepsini kaybettirdikten sonra eğer ben sadece babamın oğlu olarak büyümüş olsaydım, bugün yoktum. Çekmiş tabancayı kendimi vurmuştum veyahut da asmıştım. Allah razı olsun ki Ertuğrul Soysal babam beni yaşattı.
Bu yazıyı yazmak nereden aklınıza geldi diyeceksiniz. Oturmuş TRT müziği dinliyordum. Orada muhteşem bir orkestra fanteziler adı altında çıktı. Muhteşem bir müzik yaptılar üstelik Tango da çaldılar. Akordiyon vardı, bandoneon yoktu. Benim üvey babam çok muhteşem bir müzisyendi ve tango hastasıydı. Bir de özel olarak müziğe olan bilgim, tangoya olan bilgim, diğer müzik dallarına olan bilgim onun sayesinde artmış. Gerçek bir müzisyenle yaşadıktan sonra entelektüelliğimi de onun sayesinde kazanmıştım.
Hepinize iyi haftalar dilerim.
Mehmet Nail KEÇİLİ