Odunpazarı Modern Müze’de açılan “İki Güneş Altında” isimli serginin küratörü Aslı Seven ile sergi sürecinden, Türkiye’deki izleyici profiline, küratör kavramından gelecekteki projelerine uzanan bir röportaj gerçekleştirdik.
Keyifli okumalar dileriz !
Röportaj: Derya Kutsal
1 – Odunpazarı Modern Müze’de açtığınız “İki Güneş Altında” isimli sergiden bahsetmek istiyorum. Sergi süreci nasıl başladı ? Sergilenen eserlerin seçim süreci nasıl geçti ?
Sergi süreci Odunpazarı Modern Müze Direktörü Defne Casaretto’nun bana ulaşması ve beni bir koleksiyon sergisi küratörlüğü üstlenmeye davet etmesiyle başladı. Müze, bünyesinde iki farklı koleksiyon barındırıyor: Erol Tabanca ve İdil Tabanca Koleksiyonları. Geçmişte küratörlüğünü müze ekiplerinin kendi üstlendiği, hem her iki koleksiyondan hem de koleksiyona ait olmayan ödünç alınmış işlerin bulunduğu sergilere ev sahipliği yapılmış. “İki Güneş Altında” sergisi ise, Haldun Dostoğlu’nun küratörlüğünü yaptığı, müzenin 2019’daki açılış sergisi olan “Vuslat”tan sonraki ilk koleksiyon sergisi. Ben Erol Tabanca Koleksiyonu içinde kalan bir seçki için davet aldım. Benim için koleksiyon sergisi küratörlüğü yeni bir deneyim olarak heyecan vericiydi. Türkiye’de çok uzun süre içinde bir araya getirilmiş ve derinleşmiş bir koleksiyonu incelemek, kendi küratöryal bakışımı bir koleksiyonerin bakışıyla kesiştirmek çekici geldi. Ocak 2023’te ilk defa Eskişehir’e gelerek müzeyi ziyaret ettim ve fiziksel olarak orada bulunan birçok esere orada yakından bakma fırsatım oldu. Bu aynı zamanda OMM’a ilk ziyaretimdi ve binanın mimarisiyle ilk karşılaşmamdı. Serginin kavramsal çerçevesinin ilk belirtileri, güneşin yansıyarak, bölünerek çoğaldığı bu mekan deneyiminden, Kengo Kuma’nın tasarladığı binanın güneşle olan kademeli ve geçirgen ilişkisine cevaben oluşmaya başladı. Bunu takip eden süreçte koleksiyondan daha geniş çaplı, henüz hiç gösterilmemiş işlerin de içinde bulunduğu bir seçki ve dokümanlar paylaşıldı benimle. O noktadan itibaren yavaş yavaş genişleyen bir ön seçki etrafında, Eskişehir – Paris ekseninde online görüşmelerle ilerledik. Bu süreçte müze direktörü Defne Casaretto’nun yanı sıra sergiler direktörü Zeynep Birced ve prodüksiyon direktörü Yağmur Ertekin ile çok yakın çalıştık, geliştirdiğim konseptleri, eser seçkisi, sergi başlığı ve ilk metinler etrafında çok güzel desteklediler. Aslında mimariden yola çıkan ilk fikirler, kısıtlı sayıda eserin bulunduğu ilk seçkiyle genişledi. Oldukça sezgisel biçimde seçtiğim ilk eserlerin arasındaki ilişkiler üzerine düşündükçe de kavramsal çerçeve hem derinleşti, hem daha fazla sayıda eseri içerebilecek şekilde çoğaldı ve büyüdü.
2 – Serginin teması hakkında birkaç cümle duymak isteriz. Sergi teması, iki güneşolasılığının açtığı mitolojik ve spekülatif ufuklardan, dünyadaki varoluşumuzunGüneş’le olan derin bağlantılarına uzanan bir keşif yolculuğu sunduğunu belirtiyor. Bu bağlamda 45 sanatçının eserleri sergide yer alıyor. Abidin Dino’dan Sabri Berkel’e, Hoca Ali Rıza’dan Taner Ceylan’a uzanan bir çerçeve söz konusu. Bazı sergilerde eserler tematik ve düşünsel olarak birbirine o kadar yakındır ki ‘eserlerin birbiriyle konuştuğunu’ hissederiz. Eserleri birbiriyle buluşturmayı nasıl başardınız ?
Serginin ilk çıkış noktası OMM binasının mimarisi ve sunduğu optik ve bedensel deneyim. Yukarıda da bahsettiğim gibi, güneşi kendi içine süzerek alıp bölerek çoğaltan, çoklu yansımalar yaratan bir yapısı var. İkincisi ise, Erol Tabanca Koleksiyonu’nda yer alan eserler arasında resmin mecra olarak ön plana çıkması ve sergiye dahil etmek istediğim ilk eser grubunda şekillenen, deniz kenarı, sahil, su kıyısı ve kumsal betimlemelerinin ağırlıkta olduğu, su ile karanın birbirine dokunuşunu konu edinen resimlerin bir araya gelmesi. Burada da resim mecrası söz konusu olduğunda, resmin ışıkla kurduğu temel ilişki ön plana çıkıyor. Aslında güneşin yeryüzüne değişini taklit etmeye, yeniden üretmeye yönelik bir uğraş olarak tanımlanabilir resim. Bu iki temel noktaya ek olarak güneşe dair mitolojik anlatılarda çok sayıda kültürde karşılaştığımız çift veya daha fazla güneş imgesi var ve bu kadim anlatıları hem tek bir güneşin merkeziyetçiliğini eleştirmek için, hem de iklim krizinin yarattığı, giderek ısınan bir dünyada güneşin karanlık yüzünü de görmeye başladığımız için, belki içinden geçmekte olduğumuz dönemi geçmişe bakarak anlayabileceğimizi düşündüğüm için harekete geçirmek istedim. Bu mitolojik çoklu güneş anlatılarıyla 21. yüzyılın uzay keşiflerinden birini, NASA’nın keşfettiği, çift güneş etrafında dönen ilk gezegen sistemi olan Kepler-47’ye dair bilimsel spekülasyonları yan yana koymak hoşuma gidiyor. “İki Güneş Altında” sergisinde görülen seçkide yüzyılı aşan bir döneme yayılan eserler var, disiplinlerarası olduğu kadar trans-tarihsel diyebileceğim bir yaklaşım benimsedim. Herhangi bir eserin aynı zamanda dönemine dair bir belge, bir sanatçının jestlerinin kaydı ve bir sanat yapıtı olarak okunabilmesi bana ilginç geliyor, bu yüzden bazen beklenmedik gelebilecek ancak biçimsel açıdan, optik ve bedensel hafızaya dair harekete geçirdiği duyular ve düşünceler açısından hem anlamlı, hem de birden çok anlama açık bir “bir-aradalık” olduğunu düşünüyorum.
3 – Türkiye’de izleyici profilini nasıl değerlendiriyorsunuz ? Müzeler, galeriler, fuarlar ve bienallerle şehirde sanat rüzgarını bir şekilde hissediyoruz. Ancak sanat amacına ulaşıyor mu bunun nabzını tutamıyoruz. Sizce izleyici ve kurumlar, izleyici ve sanatçı arasındaki bağ nasıl ? Arada uçurum var mı ? Sanat izleyicisi sanatçıyı çözümleyebiliyor mu ?
Bu soruyu anlamsız genellemelere düşmeden toptan evet veya hayır diye cevaplamam mümkün değil, o yüzden konumuz olan Odunpazarı Modern Müze deneyimim üzerinden cevaplamayı deneyebilirim. Bana müzeden verilen bilgilere göre hafta sonu müzeyi ziyaret eden kişi sayısı günde iki binlere ulaşabiliyor. Bu oldukça yüksek bir rakam. Sadece İstanbul ve Ankara’dan değil, tüm ülkeden ve yurtdışından çok yüksek rakamlarda izleyici çeken bir müze. Hafta sonları Türkiye’nin her kesiminden ve yabancı ülkelerden ziyaretçilerle iğne atsanız yere düşmeyecek bir kalabalık oluyor. Bu izleyicilerin arasında sanat profesyonelleri de, mevcut, eğitimli insanlar da, sanatla ilk defa OMM ile tanışanlar da. Bazıları mutlaka eserlere dokunmak isteyebiliyor, bazıları koklamak istiyor. Müze elbette eserleri koruyacak önlemleri alıyor, ama bence bunların hepsi sanatı deneyimlemenin meşru biçimleri. Eğer Türkiye’de izleyici kitlesi ile sanat arasında bir uçurum varsa, sanata bakmanın “doğru” ve “yanlış” biçimleri olduğunu aktaran eğitim sisteminin, kurumların ve çarpık kurumsallaşmaların yarattığı bir uçurumdur bu. Bir sanat önermesi karşısında doğru veya yanlış bir yaklaşım yok. Bir eser beş duyumuzla, aklımızla ve sezgilerimizle bize ne söylüyorsa, ne hissettiriyorsa geçerlidir. Eğer sanatçının niyeti, meselesi, mesajı nedir diye merak ediyorsanız o zaman araştırıp okumak, daha fazla bilgi ve ipucu edinmek her zaman mümkün. OMM örneğinde her eser için oldukça uzun ve açıklayıcı eser metinleri yazdık. Açıkçası bir küratör olarak ideal bir dünyada açıklama kartlarının olmadığı bir yerleştirmeyi veya kartları çok daha küçük tutmayı tercih ederim; ancak Eskişehir’de OMM gibi bir müze ölçeğinde açıklayıcı metinleri hem basit, hem uzun tutmak, sanatçıların biyografilerine dair bilgi sunmak, misyonun bir parçası haline geliyor. Çünkü bu bilgilerin genel kültürün parçası olmadığı, temel eğitim müfredatlarının dışında bırakıldığı ve ayrıcalıklı bir kesimin ayrıcalık aracı haline geldiği bir coğrafyadayız. Oysa ki bir eserin anlamı ne sanatçının niyetine ne sanat tarihçisinin yazımına ne de felsefecinin kuramlarına indirgenemez, gücü buradan gelir zaten. Anlam, izleyici ile karşılaştığında oluşur ve farklı izleyicilerle, farklı tarihsel bağlamlar içinde bu anlam da farklılaşabilir. Bu şekilde baktığımızda ve bir eser karşısında kendi gördüklerimize, hissettiklerimize, kendi zihnimize güvenerek anlamaya çalıştığımızda sanat amacına ulaşmış oluyor.
4 – Aslı Seven’i yakından tanımak isteriz. Kimdir Aslı Seven ve yolu sanatla nasıl kesişti ?
Bu soruya bazı profesyonel biyografik verilerle cevap vermem uygun olur: Aslı Seven İstanbul ve Paris arasında yaşayan bağımsız bir küratör, yazar ve araştırmacı. Araştırmalarında ve projelerinde sanatsal üretim ve arazi ve altyapı ilişkilerine odaklanıyor; arşivlerin ve belgelerin performatif niteliğiyle ilgileniyor; saha araştırması, eleştirel kurmaca ve kolektif üretim yöntemlerini benimsiyor. 2014’ten bu yana Türkiye, Fransa, İspanya, Belçika ve Portekiz’deki müzeler, vakıflar, sanat merkezleri ve konuk sanatçı programlarıyla küratör ve yazar olarak işbirlikleri oldu. 2018’den bu yana Sotheby’s Institute of Art, Londra; Arter Araştırma Programı, İstanbul; ENSA Bourges ve MOCO Montpellier gibi kurumlarda sanatsal araştırma odaklı atölyeler yürüttü ve ziyaretçi öğretim üyesi olarak dersler verdi ve halen veriyor. Fransa’da ENSA Bourges ve EESI Poitiers-Angouleme’den Sanatsal Araştırma doktorası (2019) bulunur. 2022 sonundan beri operasyonları Istanbul-Paris arasında yer alan The Pill galeriye küratöryal araştırmalar alanında düzenli olarak destek veriyor. AICA Türkiye ve C-E-A (Fransız Küratörler Birliği) üyesi. Şu günlerde doktora programı sırasında geliştirdiği ve 2020’de CNAP (Centre National des Arts Plastiques) bursu ile Paris’te Cité Internationale des Arts’da misafir küratörken ilerlettiği, en son 2022 yazında Barcelona’da Can Serrat misafir yazar programında son haline getirdiği Tropikal Kargo isimli eleştirel kurmaca kitabını yayına hazırlamakla meşgul.
5 – Araştırma projelerinde, sergilerde, jürilerde adınızı sık sık duyuyoruz. Ancak kök salmadan ilerliyorsunuz. Kariyerinizde ‘bağımsız’ olarak ilerlemenizin sebebi nedir ? Bu bir tercih mi yoksa hayatın akışı mı ? ‘Bağımsız’ olmanın artıları ve eksileri nelerdir ? Tam anlamıyla bağımsız olmak mümkün müdür ? Türkiye’de ve Avrupa’da ne gibi sorunlarla karşılaşıyorsunuz ?
Tersten düşünelim: “bağımsız” olmanın alternatifi “bağımlı” ya da “bağlı” olmak mı? Eğer öyleyse bu arzulanacak bir şey mi? Benim için hiçbir zaman olmadı sanırım, maddi güvence ve aidiyetin konforu çok arzuladığım, özendiğim şeyler olsa bile. Konuyu ekonomik açıdan ele alacak olursak bağımsızlık, önceden tanımlanmış, geleneksel bir işçi-işveren ilişkisi içinde, SGK’lı olmaktan daha zor, daha yıpratıcı süreçlerle uğraşmayı, örneğin daha fazla vergi ödemeyi gerektiriyor, ancak kendi özerkliğine, ekonomisine, emeğine, ve her şeyden önemlisi kendi zamanına sahip olmak önemsediğim prensipler, bu yüzden bunun kısmen bilinçdışı bir tercih olduğunu söyleyebilirim, hayatın akışı da buna katkıda bulundu. Diğer taraftan 21. yüzyılın ilk yıllarında profesyonel hayata atılmış bir kuşağın üyesiyim. Bizler için boomer neslinin sahip olduğu güvencelerin hiçbiri hiçbir zaman olmadı zaten, olmayacağı da biliniyordu. Bunun 20’li yaşlarımdayken de farkındaydım, açıkçası geçen 20 yılda da o zaman düşündüklerimin küresel düzeyde gerçekleştiğine tanık oldum. İki ülke arasında yaşadığım için “kök salmadan” ilerlediğim düşünülebilir. İlk olarak Türkiye özelinde şunu söyleyebilirim; deneyimlediğim ve gözlemlediğim kadarıyla Türkiye’de kurumlar çalışanına çok yüklü sorumluluklar verir, ancak o sorumlulukları yetişkin bir şekilde yerine getirmenizi mümkün kılacak yetkiyi vermezler. Buna istisnalar vardır elbet ama çok yaygın gördüğüm bu çalışma biçimini verimli veya tatmin edici bulmuyorum, bunun yerine kendi şirketimin sahibi olarak çeşitli kurumlara fatura karşılığı hizmet veriyor olmak şimdilik, bugünkü koşullarda, bana daha uygun bir konum. Bu ileride değişebilir. Diğer taraftan kök sahibi olmak nedir diye düşünüyorum. Bugünkü dünyada doğup büyüdüğünüz, ait olduğunuz toprakları terk etmek zorunda kalmadan mutlu bir yaşam kurabilmek bir ayrıcalık, giderek de sadece Batı toplumlarının sahip olduğu bir ayrıcalık. Dünyanın geri kalanına baktığınızda, ki buna Türkiye kesinlikle dahil, doğup büyüdüğü topraklarda mutlu bir yaşam kurabilen, veya bunu hayal edebilen kaç toplum kaldı 2023 yılında? Benim köklendiğim yer biyolojik ve seçilmiş ailelerim, yazdığım yazılar ve yaptığım sergiler, birlikte düşündüğüm, hayal kurduğum, yol aldığım sanatçı, küratör ve yazar dostlarım diye düşünüyorum. Pratiğimin ardındaki en derin motivasyon bu belki, ait olabileceğim bir dünya kurmak. Ki bu arayış bir çoğumuz için geçerli.
6 – Aslı Seven’i önümüzdeki günlerde nerelerde göreceğiz ? Gelecek planlarınızla ilgili birkaç ipucu alabilir miyiz?
Odunpazarı Modern Müze’de Şubat 2024’ten itibaren izleyiciyle buluşacak olan, aralarında benim de yer aldığım bir konuşma dizisi hazırlıyoruz. Ondan daha önce yayına girecek olan bir podcast serisinin üretimi devam etmekte, “İki Güneş Altında” sergisinde eserleri yer alan farklı kuşaklardan 6 sanatçı ile gerçekleştirdiğimiz sohbetlerden oluşuyor. Buna ek olarak kim olduğumla ilgili soruda kısaca bahsettiğim gibi, şu an Deniz Gül’ün kurup büyütmekte olduğu Notonly Publications’dan ilkbahar aylarında çıkacak olan Tropikal Kargo isimli yarı kurmaca, yarı deneme, biraz resimli roman, biraz da küratöryal bir format olarak kurmaca denemesi diyebileceğim bir kitabın hazırlıklarıyla meşgulüm. Buna paralel olarak Şubat-Mart 2024 aylarında Fransa’da yazar olarak katkıda bulunduğum iki sergi geliyor.