Bu yıl Mamut Art Project’te jüri görevi üstlenen Küratör Aslı Seven ile Fransa’daki doktora eğitimi, güncel projeleri, Türkiye ve Avrupa’daki sanat ortamı ve gelecek planlarına dair keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Röportaj: Gökçe Günaydın
Öncelikle sizi biraz tanımak isteriz. Sanata olan ilginiz nasıl başladı?
Ben aslında Fransa’da, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler okudum. Fakat okulu bitirip profesyonel hayata geçmek söz konusu olduğu zaman içinde yer almak istediğim dünyanın kültür ve sanat dünyası olduğunu fark ettim. Bunu belirleyen iki faktör oldu belki. Bir tanesi; tiyatro alanında akademik kariyer yapmış bir annenin kızıyım. Dolayısıyla çocukluğumda benim için çok tanıdık olan, çocukluğumdan gelen, bir sanat ortamının içinde büyümek durumu var. Malzeme arayışı, dekor, kostüm, performans ve izleyiciyle karşılaşma anları açısından benim evde hissettiğim bir yerdi. Diğer faktör ise, siyaset bilimi okurken bile hep araştırma odaklı birisiydim. Zihnim bu şekilde çalışıyor. Çoğu insan bunu bir kırılma ya da bir geçiş, dönüşüm olarak algılıyor. Fakat benim için siyaset biliminden küratörlüğe geçişte bir devamlılık söz konusu. Çünkü küratörlüğün çok politik bir tarafı da var. Toplumsal, ekonomik, sosyal ve politik bağlamın içinden düşünülmesi gereken bir pratik olduğu için siyaset bilimi ve sosyal bilimler eğitimimin faydasını görmeye devam ediyorum.
Bu noktada ben de size küratörlükte sizi cezbeden şeyin ne olduğunu soracaktım. Bir anlamda siz cevabını vermiş oldunuz.
Böyle! En azından başlangıcının bu olduğu kesin. Fakat insan kendini keşfediyor zaman içinde. Mesela plastik anlamda malzemeyle de çok enteresan bir ilişkim var. Üretim sürecini takip etmeyi çok seviyorum. Hem düşünsel olarak hem malzeme anlamında bir eserin üretim süreçleri, atölyeye girmek ve herhangi bir malzemenin şekil alma süreci de beni çok cezbediyor. Zihinsel araştırmacı bir süreçle onun maddeleşmesi ve malzemeye yansıması, bu birliktelik bana çok çekici geliyor.
Annenizden gelen tiyatro geleneğinin dışında, küratörlükten önce, özellikle çocukluğunuzda sanat ortamına olan yakınlığınız ne boyuttaydı? Çocukken sergilere gider miydiniz?
Giderdim tabii! Çocukken insan ebeveynlerinin dünyasında ilerliyor. Bu dünyanın içinde bir takım sergilere gitmişliğim var. Net hatırladığım İstanbul Bienalleri var. 90’lı yılların ortası ve sonlarında bienalleri gezdim. Onlar da kendimi çok iyi hissettiğim, evde hissettiğim yerlerdi.
Son yıllarda sıkça duyulan ve herkesin hakkında az çok bilgi sahibi olduğu küratörlüğü bir de sizden dinlemek isteriz. En doğru cevabı alacağımızı düşünerek soruyorum bu soruyu! Küratörlük tam olarak nedir? Nasıl bir meslek?
Bu sorunun bir tarihsel cevabı var. Bir de daha güncel ilerleyişle alakalı bir cevabı var. Tarihsel açıdan küratörlük, moderniteyle doğan müze kurumlarıyla yakından ilişkili, üretilmiş ve müzelere yerleşmiş kültür ve sanat yapıtlarının doğru şekilde prezervasyonu etrafında yapılan araştırmalar ve yeri geldiğinde gösterilme ve sergilenme teknikleri üzerine gelişmiş bir meslek. 20. yüzyılın ikinci yarısına geldiğimizde ise bu alanda kurumdan bağımsız hareket eden önemli figürler ortaya çıkıyor. Harald Szeemann mesela! Küratörlüğü biraz daha kurumdan bağımsız değerlendirmeye başlamış olan, bağımsız küratörlüğün de başlangıcını oluşturan pratikler var. Onlar biraz daha sanatçıya, üretime yakın duran pratikler. Bugüne geldiğimizde ise şu anda küratörlüğün tek bir tanımı yok. Benim için cezbedici taraflarından bir tanesi de buydu. Bu mesleğe girdiğiniz zaman kendi parametrelerinizi tanımlamanıza fırsat veren bir açıklığı var. Ben kendi yaptığım mesleği nasıl tanımlıyorum diye sorarsanız biraz dans gibi diyebilirim. Küresel sanat dünyasının da arkasında belli bir bağlam var. Az önce bahsettiğim, içinde bulunulan sosyal, politik, ekonomik ve teknolojik bağlama odaklanıp, yerel olanla küresel olan arasındaki örgüleri düşünüp ama onun içinde birebir sanatçıyla ilişkide, birebir diyalog üzerine ve sanatçının kendi araştırması ve ifade etmeye çalıştıklarına odaklanarak, onun sözünün oluşumuna ve aktarımına katkıda bulunarak yapılan, hem maddi-kültürel hem kavramsal bir oyun alanında hareket imkânı tanıyan bir iş olduğunu düşünüyorum.
Sizin gözünüzden küratörün sanatçı, eser, sergi, galeri ve piyasa üzerinde nasıl bir etkisi var? Bir domine etme durumu var mı ? Ya da piyasanın küratörü domine etme durumu var mı şu anki ortamda?
Aslında bunlar bir arada yer alıyor. Duruma, sergiye, kuruma özgü bir şekilde küratörlerin piyasayı belirlemekte bir rolleri olabiliyor. Bu reddedilemez bir şey. Fakat aynı ölçekte kurumların bekledikleri sonuçların –mesela ziyaretçi sayılarının veya finansman kriterlerinin- de küratörler üzerinde belirleyici bir etkisi oluyor. Bir küratör olarak kendinizi sanatçı-kurum-piyasa üçgeninde nasıl konumlandırdığınızla ilgili bir müzakere süreci bu.
Küratör özgür mü size göre?
Hayır! Hiçbirimiz özgür değiliz. Küratör de özgür değil. Ama en ilginç taraflarından bir tanesi de çok fazla sayıda bileşenin beklentilerini, imkanlarını ve kısıtlamalarını bir arada tutarken bir müzakere sürecine yön vermek aslında. O müzakere süreci içinde maksimum özgürlük alanı açmaya çalışmakla ilgili bir durum. Ben sanatı toplumsal bağlamdan bağımsız düşünen birisi değilim. Ancak tam da bu yüzden işin şöyle güzel bir çelişkisi ve oyun alanı var, sanatın bağımsızlığına ne kadar yer açabilirsek ve o koşullarda üretilmiş bir sanatı ne kadar görebilirsek biz de o kadar özgürleşiyoruz. Bu hep bir müzakere süreci.
Şu an Fransa’da devam etmekte olduğunuz doktora eğitiminizden bize biraz bahseder misiniz?
Fransa’da iki sanat okulunun ortak yürüttüğü enteresan bir doktora programındayım. Normalde alışık olduğumuz akademik doktora formatında olmayan bir program. Bu programların şu anda Avrupa’da sayıları artmakta. Son 5-6 yılın gündeminde olan biraz daha deneysel programlar. Sanat okulları ve sanat eğitimine, doktora dengi araştırma programları eklenmesini ön gören Bolonya Süreci dahilinde geliştirilmiş olan bir program. Fransa’da süreç kapsamında 6-7 pilot okul var. Benimki de bunlardan bir tanesi. Sanat okulu bünyesinde, pratik ve sanatsal araştırma odaklı bir eğitim. Araştırma sürecinin sonunda normalde bir akademik tez verilir. Bu programda açık bir form teslim ediliyor. Bu yine bir tez olabilir, kitap olabilir, sergi olabilir, bir performans olabilir. Benim için enteresan tarafı, sizin kendi araştırmanızın gerektirdiği form neyse onu o şekilde gerekçelendirebilmek.
Bitirme projenizden de bahsedelim. Bir sergi ve yayın olacak sanırım?
Evet. Ona tez ya da kitap demiyorum. Yayın diyorum. Çünkü 3 yıllık bir sürecin içinde ortaya çıkan yazılar ve verdiğim konferanslar da oldu. Sanatta saha araştırması üzerine giriştiğim bir araştırma süreciydi, ancak doktora kapsamında benim kendimi saha araştırması yapar konumda bulmamla evrilen bir süreç oldu. Yazı ve imgenin bir arada olduğu bir final form söz konusu. Fakat benim hepsini bir araya getirme şeklimde de deneysel bir taraf var. Geçtiğimiz Eylül ayında m-est desteğiyle 5533’te kendi araştırma sürecimi mekansallaştırmak üzerine bir proje yürüttüm. Çok müteşekkirim. Mekanın duvarlarını kullanarak ve birikmiş olan malzemeyi yayarak oradan çıkan biraz transversal diyebileceğim bir örgü var. O örgünün daha da kendi formuna ulaşması için çalışıyorum. Yayında bu ve yazıların kendileri yer alacak. Bağımsız bir form olarak düşündüğüm bir yayın bu. Elinize alıp bir kitap gibi okunabilecek bir şey olmakla birlikte 3 yıllık bir sürecin bir izi, aynı zamanda kendisinden yola çıkılarak çeşitli aktivasyonlara sebep verebilecek bir notasyon olarak düşünüyorum.
Mamut Art Project’te jüri görevi üstlendiniz bu yıl. Nasıl başladı bu süreç?
Seren ve Ekin Kohen kardeşler bana teklifte bulundular bu yıl. Çok heyecanlanarak kabul ettim. Çünkü başından beri takip ettiğim, her edisyonunu görmesem de 3-4 edisyonunu görmüş olduğum bir organizasyondu. Bir taraftan organizasyonu destekliyorum. Bir taraftan da jüride yer almak bir küratör için çok kısa bir sürede araştırma yapmak gibi oluyor. Türkiye’nin her bir yanından birçok farklı şehirden gelen bin 300’e yakın başvuru sayısı vardı. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi merkezlerin dışında tüm ülkenin nabzını tutmak açısından cok değerli bir veriyle karşılaşmak ve değerlendirmek söz konusu. Bu çok güzel bir şey.
Eleme süreci ne kadar sürdü?
Jüri açısından yaklaşık iki aya yayılan bir süreçti. Beş jüri üyesi var. İlk aşamada her beş jüri üyesiyle birebir oturumlar oluyor. Bu oturumlarda ekiple birlikte dosyayalar değerlendiriliyor. Her bir jüri kendi puanlamasını yapıyor. Sonra daha ileri bir tarihte beş jüri üyesi bir araya geliyor ve her bir jürinin verdiği puanların ortalaması alınarak daha da azalmış bir dosya sayısı üzerinden işler hep birlikte tartışılıyor. Bu tartışma sonucunda bir final seçki yaratılıyor.
Siz bir küratör olarak Türkiye’de güncel sanat ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle Avrupa’dan baktığınızda.
2000’lerden bu yana fuarların başlaması, galerilerin artması ve özel sermaye girişimleri ile birlikte Türkiye sanat ortamında ciddi bir piyasa büyümesi yaşandı. Vakıf müzelerinin, özel girişimcilerin, koleksiyonerlerin çok daha inisiyatif aldıkları bir süreç oldu. Türkiye kamusal kültür sanat politikalarının çağdaş sanatla ilişki kurmakta zorlandığı bir ortam, ve kurdukları noktalarda onların da piyasa değerlendirmeleri ve kurulu ekonomik düzen ve yüksek görünürlük değeri, hatta turizm üzerinden bir yol izlediklerini görüyoruz. Avrupa ile kıyasladığımızda karşılık beklemeden, sonuç beklemeden süreç desteğinin eksik olduğu bir ortamdayız. Bu, üretimi etkiliyor. Sanatçıların kariyerlerini, geleceklerini, üretimlerini nasıl değerlendireceklerini etkiliyor. Kıyaslama yapacak olursak Avrupa, güçlü bir piyasanın yanı sıra sonuç beklemeksizin sürece destek veren politikaların da olduğu, sanatın toplumsal pedagojiyle ilişkilendirildiği bir yer. Örneğin Fransa’da sanatçıların ve sanat emekçilerinin bir numaralı gelir kaynağını sanat okulları oluşturuyor, ki eğitim ve pedagojik programlar, öğretim üyelerinin sanat üretmek için de bir zamana ve alana ihtiyaç duydukları düşünülerek şekillendirilmiş. Bunun doğurduğu başka türlü sorunlar da var elbet ama tüm bileşenler bir araya geldiğinde bu başka türlü bir araştırmayı ve daha fazla deneyselliği mümkün kılıyor. Bunlar sanat üretiminde çok önemli şeyler. Türkiye’de bu alanda yapılabilecek çok şey var.
Aldığınız eğitimin ardından bir akademik kariyer planlıyor musunuz? Kariyerinize Fransa’da devam etmeyi mi düşünüyorsunuz?
Çok isabetli bir soru oldu. Planlıyorum. Küratörlük mesleği içinde bağımsız bir dönemden geçmek hem kendi sesinizi keşfetmek ve bulmak anlamında hem de çeşitli zorluklara göğüs gererek belli bir güven kazanmak anlamında çok faydalı. Fakat eninde sonunda ya bir kurum bünyesinde ilerlemek ya da eğitim alanında ilerlemenin daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Doktora sürecinde oradaki sanat okullarında ders verme imkanından faydalandım. Pedagojik çerçeveyi çok önemsiyorum. Bu illa bir sanat okulu ya da üniversite olmak zorunda değil ama pedagojiyi bir kollektif üretim alanı olarak düşünen, bu alanda insiyatif alan bir kurumda yer almak çok isteyeceğim bir şey. Türkiye mi Fransa mı konusuna gelirsek, ne biri ne diğeri, ikisi birden! Gerek maddi gerek psikolojik ve fiziksel olarak çok zor olmakla birlikte iki ülke arasında olmanın çok büyük avantajlarını gördüm. Küratörlüğü bir dans olarak tanımlamıştım. Onu çok zenginleştiren bir durum bu. Türkiye’de bir şeyler yapmak, buradaki bağlamla çalışmak, buralı olduğum için çok daha anlamlı geliyor bana, burayı tamamen terk etmeyi düşünmüyorum ancak bir ayağımın başka bir yerde olması da çok besleyici. Bunu bu şekilde devam ettirebilmek çok gerçekçi değil tabii, yakın bir zamanda bir seçim yapmak gerekecek.
Sizce Türk sanatçıların yurtdışında yer alabilmelerinin parametreleri neler?
Türkiye küresel anlamda bakılması ve dikkat edilmesi gereken bir ülke. Bugün dünyanın boğuştuğu, göç, eşitsizlik, ekoloji gibi problemler için bazı çözümlerin, bazı düşünme şekillerinin oluşması için inanılmaz enteresan bir bağlam. Türkiye küresel anlamda şu anda içinden geçmekte olduğumuz sosyal, politik, kentsel ve ekonomik durumun resmen öncüsü gibi geliyor bana. Küresel olarak otoritarizmin, olağanüstü hallerin normalleşmesi ve ötekileştirmenin çok yükseldiği bir dünyada yaşıyoruz bugün ve Türkiye bu konuda neredeyse avangard diyebileceğim bir pozisyonda yer alıyor, özellikle son 4-5 yılı merceğe alırsanız. Bu kontekstin taşıdığı problematiklere doğru yerden bakmayı becerebilirsek, küresel ölçekte çok anlamlı işler üretilebilir. Bunu kullanmamız gerekiyor. Bu konuda çalışan, araştıran, üreten sanatçılarımız da var.
Bugün Türkiye’de ve dünyada Suriye meselesi sürekli sanatın konusu olmaya başladı. Politik meseleler tarih boyunca sanatın konusu olmuştur. Fakat bu mesele çok fazla ilgi gördüğü için sanatçılar için bir avantaj mı olmaya başladı ? Siz nasıl değerlendiriyorsunuz ? Bu yıl Mamut’ta da böyle bir iş gördük ve şu an hemen her galeride böyle bir iş görmek mümkün.
Suriye meselesi bütün dünyayı ilgilendirdiği için tabii ki hepimiz buna dair bir şeyler söylemek isteyeceğiz. Komşumuz olduğu için ve AB ile yapılan anlaşmalar gereği özellikle göç ve savaş anlamında etkilerini en çok bizim hissettiğimiz bir durum söz konusu. Buna ancak sanatçı ve üretilen işin özelinde cevap verilebilir. Nereden bakıldığı, nasıl bir önerme taşıdığı ve nasıl bir formla geldiğiyle ilgili. Bir avantaja dönüşüyor mu ? Dönüşüyor! Çeşitli finansman mekanizmaları ve piyasanın da gözünün biraz oraya bakabildiği durumlar söz konusu olabilir. Bu yalnızca sanatçıların ve sanat üretiminin derdi değil. Bahsettiğim finansman mekanizmalarının ve Avrupa piyasasının da gözünün o şekilde işliyor olmasıyla ilgili bir durum. Sermayenin kendi ellerini temizlemek için, veya oluşturulmak istenen ideolojik çerçevenin destekçisi olarak sanatı araçsallaştırıyor olmasına referansla söylüyorum bunları. Ama bunun karşısında durmak, buna alternatif sunmak ve buna başka bir yerden bakmak da mümkün.
Güncel projelerinizden de bahsetmek isteriz. Neler var önümüzdeki dönemde gündeminizde?
Doktora bitirme projesi için sürekli Fransa’ya gidip geliyor olacağım. 2020 Ocak-Şubat gibi orada bir sergi söz konusu. Su anda üzerinde çalıştığım ve 2020 Ekim ayında İstanbul’da yer alacak bir proje var: St. Joseph Lisesi’nin 150. yıl kutlamaları sergisi olacak. 1870’ten bu yana bir tarih söz konusu ve inanılmaz bir arşivleri var. Okul bünyesinde bir doğa tarihi bilimleri merkezi var. Bu inanılmaz bir kaynak ve çok güzel bir malzeme. Fakat onun dışında okulun 150 yıllık tarihi boyunca kullanılmış olan pedagojik araç gerecin saklandığı nesne odaklı arşivler de var. Bir okul olarak içinde müze ve laboratuvar ortamları barındıran bir yapı. Bunun gibi ögeler etrafında şekillenen, fakat kendi kavramsal çerçevesini de ortaya koyan bir grup sergimiz olacak. Aynı zamanda 2 yıl önce başlattıkları misafir yazar programı kapsamında her yıl Fransa’dan bir yazar okulda ağırlanıyor. Ben de bunu fırsat bilerek, misafir sanatçı programı ile sergiyi birleştirmeyi teklif ettim ve kabul ettiler. Yurtdışından gelen 3 veya 4 sanatçının İstanbul’da uzun vakit geçirip, okulun pedagojik çerçevesiyle de ilişkilendiği, araştırma yapıp ürettiği işler de sergilenecek.