Nestlé Purina PetCare Genel Müdürü ve “Bir Kış Gecesi Misafiri” kitabının yazarı Ayça Erkol ile kurumsal hayatı devam ederken öykü yazmaya nasıl karar verdiğini, okura neler anlatmak istediğini ve ilham aldığı noktalar üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Yazarlığa küçüklükten beri ilginiz var mıydı ? Başlama hikayenizden bahseder misiniz ?
Okumanın ve yazmanın cesaretlendirildiği bir evde büyüdüm, okula başlamadan çok önce her ikisini de yapıyordum. Çocukluk anılarımın arasında sayısız kitap, uydurduğum hikayeler, haftasonları babamın çalışma odasından her daim gelen daktilo sesi var. Gerçek anlamda yazmaya ise yirmili yaşlarımda başladım. Tam olarak nasıl başladığımı bilmiyorum. O kadar uzun süre okuduktan ve karaladıktan sonra bir şekilde başladım.
Yazarlığın yanı sıra aslında yoğun bir kurumsal çalışma hayatına sahipsiniz. Sizin için zor olmuyor mu?
Yüzeysel bir bakışla kurumsal hayat ve yazarlık asla bağdaşmaz gibi görünebilir. Bu her konsepte yapıştırmak istediğimiz etiketlerle ilgili bir şey. Kurumsal hayat para, kâr, rekabet odaklıdır, edebiyat ve sanat naiftir, hayalperesttir, özgürdür. Gerçekten öyle mi? Kurumsal hayat hızla değişiyor, birçok şirket yöneticilerine tiyatro sanatçılarından koçluk aldırıyor ya da çalışanlarını hikaye anlatma/hikayeleştirme eğitimlerine gönderiyor. Edebiyatta ise tahmin edemeyeceğiniz kadar para, kar ve rekabet konuşuluyor çünkü insan her yerde insan ve hiçbir şey sadece siyah ya da beyaz değil. Kurumsal hayatın beni ne kadar çok beslediğini, o hayat sırasında gezip gördüğüm yerler, tanıştığım insanlar sayesinde bana sunduğu malzemeyi tahmin bile edemezsiniz. Tek sorun dönem dönem yazmaya ayırdığım vaktin gerçekten sınırlanması ancak yine kurumsal hayatın bana kazandırdığı “iyi planlama” becerileri sayesinde çoğunlukla bu zorluğun üstesinden geliyorum.
Bir Kış Gecesi Misafiri’nde okuyucuya neler anlatmak istediniz? Yazın sürecinde etkilendiğiniz noktalar nelerdir?
Bir Kış Gecesi Misafiri’nde kitaba adını veren uzun öykümde hem Dickensvari bir çizgide ilerlemeye çalıştım, hem de olayı ve karakterleri pagan Türklere ve Tanrıça kültüne kadar geri çekerek öyküye yerellik kattım. Öykü birbirinden bağımsız gibi görünen ama örüntülü birçok bölümden oluşuyor. Her bir bölümde günümüz Türkiye’sinde gözlediğimiz, canımızı sıkan birçok şeye serzeniş var. Yani Viktorya edebiyatına saygı duruşunu günümüz dertleri ile harmanlayarak yapmaya çalıştım diyebiliriz. Kendi edebi yolculuğum içinde daha önce denemediğim kadar karmaşık bir şeye kalkıştığımı söyleyebiliriz.
Gündelik olaylar elbette bana, düşüncelerime ve öykülerime etki ediyor, etmemesi mümkün değil. Özellikle Türkiye gibi bir ülkede, İstanbul gibi bir şehirde yaşıyorsanız günlük gazetelere alıcı gözüyle bakmanız bile bir anda onlarca öykü fikriyle dolup taşmanızı sağlayabilir. Örneğin geçen akşam haberlerde ölmüş anneleri rüyada kendilerine öyle söylediği için evlerinin salonunda yirmi metrelik tünel kazan kardeşlerle ilgili bir haber vardı. İşte bu muhteşem bir öykü malzemesi! Bunun dışında aktif bir çalışma ve şehir hayatının içindeyim. Çok fazla sayıda ve farklı kesimden insanla diyalog içindeyim. Elbette onların gündelik hayatından da ödünç aldığım çok fazla şey var.
Genç yazarlara hangi tavsiyelerde bulunmak istersiniz ?
Tavsiye vermek hep zoruma gitmiştir, sadece kendi deneyimimi paylaşabilirim, kendine yakın bulan bir şeyler alacaktır. Çok farklı alanlarda, farklı türlerde, farklı yazarları okumak bana çok şey kattı. İngilizce bilmek, Shakespeare’i orijinalinden okuyabilmek, diğer birçok yazarı anadilinde takip edebilmek çok ufuk açıcı. Bir de sabredebilmek. İlk öyküm Notos dergisinde çıktığında yıl 2009’du, ilk öykü kitabım ise 2016 yılında çıktı. Her şey için değil ama bazı şeyler için sabredebilmenin önemini görmek gerekti. Bir öykü yazmanın, bir dosyayı oluşturmanın, bir yerde yayınlanmanın, kendi sesini bulmanın zaman alan şeyler olduğunu kabullenmek. Bunlar benim deneyimlerim.