Henüz iki yaşındayken resim yapmaya başlayan usta sanatçı Bedri Baykam’la boya kokuları içinde, köpeği Mona ve güzel kedisi Pakize eşliğinde sohbet ettik. Provokatif yapısını çalışmalarına yansıtan Baykam, yeni-dışavurumculuk akımının öncülerinden. Marjinal figürlerin atölyesinin her bir köşesini işgal ettiği Piramid Sanat’tan sayımıza özel bir röportaj…
Röportaj: Sebla TANIK / Fotoğraf: Ferhat KARALAR
Türkiye’de bir sanatçının her kesim tarafından tanınması pek alışıldık değil. Ancak söz konusu ”Bedri Baykam” olunca durum çok farklı. Siz bunu neye bağlıyorsunuz?
Diğerlerinden farklı ne yapıyorsunuz? Resim yapıyorum; kitap yazıyorum; yurt içi ve yurt dışında sergiler açıyorum; sanat öğrencilerinden, ilkokul öğrencilerine, mensubu bulunduğum CHP’den, katıldığım televizyon programlarına kadar herkesin anlayacağı dilden konuşmalar yapıyorum. Bunun bir fonksiyonu olduğuna inanıyorum! Ancak Türkiye’deki tabirle: ”Her şeye maydanoz olan adam.” değilim. Yıllardır eksperi olduğum konular: Türkiye’nin 20. yüzyıl tarihi, siyasi tarihi, bugünü, Atatürkçü mücadele, sanat, sanat tarihi, Türkiye’nin sanat ortamı, Fenerbahçe ve tenis… Konuştuğum konularının her birinin altı doludur. Yaptığım yazarlık, spor eleştirmenliği, siyasal aktivizm yıllardır gerçek ve sağlam birikimler üzerine yaptığım işler ancak her şeyden önce sanatçı ve ressam Bedri Baykam’ım. Bir de medyayı hiçbir zaman dışlamadım. Hatta, Türkiye’de sanatçıların medya aracılığıyla kendilerini ifade edip toplumlara kendilerini tanıtmaları gerektiğini 80’li yılların başından itibaren Türkiye’ye ben öğrettim. O zamanlar daha dergiler yeni yeni çıkıyordu. Bu çıkışı başında yakaladım. Medyanın büyümesiyle toplumun beni tanıması paralel ilerledi. O dönem kendimi ve sanatımı tanıtmak için yaptıklarım: ”Ressam aktör değildir. Bu adam nasıl bir imaj yaratmaya çalışıyor? Bunlar Amerikan usulü marketing taktikleri…” şeklinde eleştiriler almıştı. Fakat beni bu eleştirilerle dışlayan herkes bir süre sonra yaptıklarımı yapmaya başladı. Resim yaparak yaşayacaktım. Ne yaptığımı topluma anlatmalıydım. Yaptığım resimde; grafiti, kolaj, cinsellik, siyaset, soyut resim diye esir kalmadan hepsinden biraz yapmak. Tek bir görüntüye esir düşmüyorum… Bütün bunlar benim 80’lerin başından itibaren getirdiğim yeniliklerdi. Ressam imajını değiştirdim. Bunları topluma anlatmaya ve bu alışverişle, dönüşümle beraber toplumun bana vereceği güçle bu ortamda sanatçı olmayı seçtim. Kolay olmadı ama gerçekleşti.
Sürekli kabuk değiştiren bir sanat anlayışınız var.Yıllar içinde eserlerinizdeki seks konusuna bakışınızı nasıl özetlersiniz?
Seks konusu dikkat çeken bir konu olduğu için sanat dünyasından birine sorsanız seks konulu çalışmalarımın belki de tüm çalışmalarımın yarısından fazla olduğunu söyler. Halbuki %20’sinde belki vardır. Seks benim beş-altı ana konumdan biridir. Bunlar içerisinde kadın; sürekli gidip gelen, beni sürekli ateşleyen, tetikleyen bir konudur. Bu da normal değil mi? Heteroseksüel bir erkeğim; cinsellik benim ilgi alanlarımdandır. Üstelik ben, toplumdaki birçok insandan farklı olarak cinselliği ayıp, günah ya da tabu olarak görmüyorum. Seks insanın hayatında, beyninde, doğasında gündeminde olan bir şey. Neden porno sektörü bu kadar büyük? Sorsanız kimse porno izlemez… “Ben mi? Yok canım ne alaka!” falan derler… Ama ben pornoyu sevdiğimi söylerim. 30-40 yıldır nü fotoğraf çekiyorum. Best seller olan romanım Kemik, cinselliğin kemiğine kadar girer. Birçok insan için hayat zor. İyi ki cinsellik var diyorum. Sanatsal yaratıcılıkla cinsellik ilişkisi, cinsel haz ve cinselliğin sanatı ateşlemesi konusu dünyanın birçok önemli yazarında, sinemacısında, ressamında görülmektedir. Picasso’da da böyledir; Woody Allen’da da böyledir; Dali’de de böyledir.
-Rüya projeniz var mı?
Rüya kaydetme makinesi. Bunu 1996-2000 yılları arasında yazdığım ve Aralık 2000’de piyasaya çıkan ”Kemik” adlı romanımda da ele almıştım. Kitapta teknoloji 20-25 yıl ileride ve insanlar ”Rüya Kaydetme Makinesi”nde gördükleri rüyaları izleyebiliyorlar. Size az önce mütevazılıktan bahsettim ama kendimle çelişkiye düşme pahasına söylüyorum: Kemik kadar mükemmel bir romanı bir daha ben bile yazamam! Daha sonra bu projemin performansını Paris ve Türkiye’de gerçekleştirdim. Arkasındaki ekrana yansıttığım hayali videolarla, uyuyan bir mankenin rüyalarını seyrediyormuşuz gibi bir enstalasyon çalışmasıydı. Paris’te caddelerden birinde, bir vitrinde sergilendi ve trafik durdu. İnsanlar gerçek zannetti!
Peki Kemik’ten söz etmişken… Sansüre uğruyorsunuz ve kitabınız toplatılıyor. Buna karşı neler hissetiniz?
Kemik toplatılıp yasaklandığında kendimi çok kötü hissettim. Dört yıl uğraştığım kitabımdı. Benim çocuğumdur. Mahkemelerde de avukatlarımdan çok ben konuştum. Sonunda özgürlüğünü kazandığı gün yeniden doğmuş gibi oldum. Bunu kazanmak benim için çok değerliydi. Ayrıca Kemik, 11 Eylül olayının da 10 ay önceden aynen anlatıldığı bir kitaptır. O da başka bir enteresan nokta.
Mevcut siyaset ortamının sanatla ve sanatçıyla arasındaki bağı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bugün kadınların türban giymesi için, türbanı topluma kabul ettirmek için ısrarla savaş veren kişilerin ne kadar antidemokrat oldukları ortaya çıktı. Yasalarıyla, söylemleriyle, baskılarıyla, vergileriyle çıktı. Tiyatroya, sanata getirilen sansürle, gazetecilerin hapse atılmasıyla, başka gazetecilerin bir telefonla işsiz bırakılmasıyla ortaya çıktı. Bütün bu gerçekler ışığında: ”Bırakın herkes istediği gibi yaşasın; istediği gibi giyinsin.” diye türban üstünden demokrasi mücadelesi verdiğini söyleyenlerin, maalesef koca birer yalancı olduğu ortaya çıktı. Aralarında profesörlerin, siyasilerin, entelektüellerin olduğu birçok kişi de bu konuda kündeye geldi; kandırıldı. Belki yarın bana yine tepki verirler. İyi niyetlerini, haklı olduklarını, iktidarın yanlışlarının doğruları örtmeyeceğinden söz ederler. Ama bir tek şeyi değiştiremezler; kandırıldılar! Benim içinse bu konu 30 yıl önce de böyleydi bugün de böyle. Türbanın vesile olduğunu, kandırıldıklarını ve gücü elde ettikleri anda adım adım özgürlükleri boğup yok edeceklerini söylüyordum. 30 senedir haklı çıkmamak için uğraşıyorum ama maalesef haklı çıktım.
Peki siyasetin içinde de yer almak sansür konusundaki düşüncelerinizde değişimlere sebep oldu mu?
Kendinizi kısıtladığınızı düşündünüz mü? Sansüre karşı çok savaş verdim. Siyasi fikirlerin sansür edilmesine karşı 90’lı yıllarda “Basınıma Dokunma”, “Gazeteme Dokunma” hareketlerinin yürüyüşlerinde, protestolarında öncü oldum. Sanatta sansüre karşı, başkanı olduğum Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği’yle, devamlı bu konuda paneller, duyurular ve uyarılar yaptık. Sansüre uğrayan tiyatro eserlerinin, fotoğrafların, resimlerin, romanların özgürlüğü için savaşanlar arasında oldum. Mesela Mehmet Aksoy’un Kars’taki “Özgürlük Anıtı” heykelinin yıkılması olayına karşı çok büyük savaş verdik. Hem düşüncede ifade özgürlüğü hem de sanatta ifade özgürlüğü çok hassas ve bizim için dokunulmaz bir alan. Sanatçının istediği eseri üretme hakkı var. Bunu istediği yerde sergileme hakkı var. İsteyen gitmez, beğenmez, rahatsız olacaksa evinde kalır. Ama başka birinin gidip bu eseri görmesine mani olmak çok ilkel bir tavır.
‘California’daki Sevgililerimden Mütevazi Bir Kesit’ adlı çalışmanızla özel hayatınızı açıkça sundunuz. O dönemde hayatınızda otosansür kavramı hiç yer almamış mıydı?
Her sanatçıda belirli bir düzeyde otosansür vardır. Ama demin anlattığım gibi seks benim için tabu değildir. İki ciltten oluşan otobiyografim belki de Dünya’nın en rahat ve açık otobiyografisidir. 1500 sayfada sanatsal fikirlerim, özel hayatım, çok özel hayatım, aile hayatım, o dönemin siyaseti, yaşam tarzları, genel rengi var. Sorunuzda “Bir Haremim Olsun İsterdim” adlı resmimi tarif ediyorsunuz. O resimde hem kız arkadaşlarım hem de bazı modellerim var. Her erkek bir harem ister. Gerçi “Aman haremim olmasın!” dediğim günler de olmuştur (Gülüşmeler). Mesela trafiğin çok sıkışık olduğu günlerde…