CANAN’ı atölyesinde ziyaret ettik. Hem Daire Sanat’ta yeni başlayan sergisi “Muhabbet & Kehanet & Saadet”i kendisinden dinledik hem de güncel sanat ortamından modern psikolojiye, feminizmden küresel ısınmaya birçok konuda çok keyifli bir “muhabbet” gerçekleştirdik.
Röportaj: Gökçe Günaydın
Öncelikle Daire Sanat bünyesinde başlayan yeni serginiz Muhabbet & Kehanet & Saadet için çok mutlu olduğumuzu belirtmek isterim. Herkes zaten bunu bekliyordu! Özellikle Arter’de büyük ses getiren serginizin ardından Canan’ın yeni sergisi heyecanla beklenen bir sergi haline geldi.
Çok teşekür ederim!
Sergi hakkında tabii ki uzun uzun konuşacağız ama benim başlamak istediğim nokta; sizin sanat üretimine olan bu istencinizin nasıl başladığı? Ne zaman ve nasıl aldınız bu kararı?
Eski hikayem şuydu; röportajlar yapıldığında diyordum ki “Benim hiç rol modelim olmadı. Ben nasıl ressam olunacağını bilmiyordum. Ressam olmayı hayal bile etmemiştim çünkü bir kadın olarak ayaklarımın üstünde durmam gerekiyordu. İşletmeyi kazandım. Sonra bir yerde finans uzamanı olarak çalışmaya başladım. Arkasından bir gazete kupüründen gördüğüm resim kursuna gittim.”
O güne kadar hiç ilginiz yok muydu?
Vardı! Ortaokul döneminde hocam çok iyi resim yaptığımı söylüyordu falan ama aslında çocukluktan itibaren çamurla oynadım. Mesela Avcılar’da kamp yapardık, orda killi çamurdan pastalar, bebekler yapardım. Çocukluktan itibaren tutkaldan heykeller yapardım. Un, tutkal, tuz. Çok basit! Yani uzaklara gitmeye, yeni şeyler keşfetmeye gerek yok. Fakat bunlar benim eski hikayemdi. Oysa şimdi ben dünyaya bambaşka bakıyorum. Aslında benim ilk modelim ninemdi, annemdi yaratıcılık konusunda. Eskiden sanatın, uzmanlar tarafından yapıldığını düşünürdüm. Kendimi de profesyonel bir sanat izleyicisi olarak tanımlardım. Sergileri gezdiğimde bazı yapıtları beğendiğimi, bazı yapıtları beğenmediğimi, onları anlamadığımı ya da sanatçıyla düşünsel bağ kuramadığımı düşünüyordum. Oysa şimdi düşünüyorum ki, samimi olan yapıtı anlamayacak kimse yoktur. Sanat öğretilemez ve sanat anlatılamaz. Ben kendi düşüncemi ifade edebilirim ama herkes tarafından algılanabilir ve herkes sanat yapabilir. Önemli olan, içinde içgüdüsel bir istek, arzu olsun. Dolayısıyla bizim sanatı alıp bir yerlere götürmemize gerek yok. Paylaşmak için evet gidebiliriz ama Türkiye’nin en ücra köyünde, insalık var olduğundan bu yana, o duvarlara çizilen ilk resimde bile herkes sanatçıydı. Tabii ki sanat denince sadece resimden bahsetmiyorum. Bazı insanlar dans ederek doğarlar bedenleriyle. Bazıları çizerler, bazıları müzik yaparlar, bazılarının matematiksel zekası vardır. Ben insanların böyle sezgisel bir duyguyla doğduğunu düşünüyorum.
Sanatı zanaatten kesin bir çizgiyle ayırıyorsunuz diyebilir miyiz?
Ayırmıyorum! Ben profesyonel bir sanatçı olarak yapıyorum ama şu an ev kadınlarından çok esinleniyorum. Onların harika sanatçılar olduğunu biliyorum ama onlar kendilerine sanatçı demiyorlar.
Diyemiyorlar! Yakıştıramıyorlar belki de öyle bir algı oluştuğundan.
Evet. Ama öyle üretimler var ki Documenta’ya da koyabilirsiniz, İstanbul Bienali’ne de koyabilirsiniz. Bütün izleyiciler tapınç yapabilir! En ücra köyde de sanatçılar var. Ben bütün mesleklerin zamansız ve coğrafyasız olduğuna inanıyorum. Reklamcılığın yeni bir meslek olduğunu düşünürüz ama padişah fermanlarını yayanlar, çerçiler reklamcıdır. Böyle bakarsak sanatın çok yüce olmadığını ama düşük de olmadığını farkederiz. Benim ilk rol modelim ninemdi çünkü ninemin evine gittiğimde, o gerçek bir enstalasyoncuydu. Simli kuşlardan yastık yüzleri dikerdi. Paket rafyalarıyla ahşap sandalyelerin etrafını sarardı. Kadının evi ışıldardı. Annem havludan oyuncaklar yapardı. Bir havluyu rulo yapıyorsun, üzerine ince bir bezi bağlıyorsun bebek oluyor. Benim bebeğim böyleydi. Annemle ninem çok yaratıcı insanlardı ama sanat yaptıklarını farketmiyorlardı. Dolayısıyla ben birçok insanın gizli sanatçılar olduğuna inanıyorum.
Onların o günkü üretimine bugünden baktığımızda aslında siz onların sanatçı olduğunu düşünebiliyorsunuz. Bu yüzden mi eskiden böyle anlatmıyordum hikayemi diyorsunuz?
O zamanlar sanatın yüce ve ulaşılmaz olduğunu düşünmek, sanatçı olamayacağımı, sanatçı olsam para kazanamayacağımı, sanatçı olmak için bütün sanat tarihini bilmem gerektiğini hissettirirdi. Aslında bunların hiçbirine ihtiyacımız yok! Sanatı hislerimizle, sezgilerimizle, bilincimizle ve muhakeme gücümüzle anlarız. Ama oturup da bize sayfalarca kitap okutmalarına, hangi sanatçı nerede yaşamış nerede ölmüş öğretmelerine gerek yok. Merak ediyorsan okursun. Ayrıca bir sanat tarihçinin tek bir yorumunun, bir kritiğinin doğru olduğuna dair ön yargı da çok yanlış. Çünkü sanat yapıtı sonsuz anlam içerir. Sanatçı söyler, izleyiciler bir sanat yapıtına baktığında muhtemelen bir ortak noktada birleşir ama herkes kendi anısıyla, kulağının tınısıyla algılar. Böylece sonsuz sayıda anlam ve yorum da çıkabilir. Hayatında hiç sanat yapıtı görmeyen bir insan da çok rahatlıkla bir sanat yapıtını yorumlayabilir ve anlayabilir.
Kesinlikle! Resim kursuna geri dönelim mi?
Resim kursuna gittim. Güzel sanatlara hazırlananlar vardı bir de hobiciler vardı. Hobicilerin yanına gidiyordum ama bir anda güzel sanatlara giden öğrencilere imrendiğimi farkettim. Çalışıyordum, para kazanmam gerekiyordu. Bir anlık bir kararla sınavlara girdim ve kazandım. Ondan sonra hayat, sanat yolunda ilerledi.
Siz böyle bir kariyer değişikliğine gittiğinizde o dönemin piyasa şartları nasıldı? Yolunuzu nasıl çizdiniz?
Hiç para kazanamıyordum. Bizim ürettiğimiz türde para kazanmak benim aklımın ucundan bile geçmezdi. Benim jenerasyonumun hepsi kendilerine ek işler bulmaya çalıştılar. Para kazanamayacağımız ön görüsü ve kazansak da bunun ayıp bir şey olduğunu düşünmek bir yanılgıydı. Hani bazen polislere deriz ya “simit sat onurlu yaşa”! Bir sanatçının onurlu yaşayabilmesi için illa acı çekmesi, parasız kalması, sürünmesi gerekiyor gibi bir algı vardı. Mağduriyet psikolojisinden çıkıyoruz. Sanattan para kazanılmaz ya da sanattan para kazanırsam onursuz bir sanatçı olurum düşüncelerini atmalıyız. Ben ürettiğim işlerle, düşüncelerim ve duygularımla para kazanmaktan sonuna kadar gurur duyan bir sanatçıyım. Her türlü üretenle de gurur duyan bir insanım.
Biz de sizinle ve üretiminizle gurur duyuyoruz! Bu yola çıktığınız o dönemde etkilendiğiniz isimler var mıydı?
Hiç yoktu! Şimdi var. Sanat tarihini bilmiyordum ve hiç ilgi alanım da değil. Hiçbir zaman çevreme bakmadım. Bana şimdi de sorsan birçok sanatçının ismini bilmem ama yapıtlara hayranlık duyarım. Bizden sonsuz sayıda bilgiye sahip olmamız gerektiği beklenir. Buna ihtiyacımız yok. Ben herkese diyorum ki okumak istemediğiniz kitapları okumayın. Seyretmek istemediğiniz filmleri seyretmeyin. Görmek istemediğiniz sergilere gitmeyin. Entelektüel dünya bizden her şeyi bilememiz gerektiğini bekler. Böyle birşey yok! Benim Bir şey yapabilmem için başka Bir şey bilmem gerekmiyor. Benim sezgilerim, benim estetik bakış açım, duygularım, düşüncelerim her zaman yeterlidir. Merak edip araştırırım, bilirim, benim ilgi alanıma girer orada sıkıntı yok ama başkasının zorlamasıyla ya da bana yetersizlik duygusu vererek birşeyi öğrenme duygusu yanlıştır. Ben bilmek zorunda değilim. Ancak ben bilmek istiyorsam araştırırım.
Bu konu özelinde sormak isterim. Bugün güncel sanat ortamı belli bir grubu ve o grubun temsil ettiği bir davranış modelini merkez alıyor gibi. Bu grup üreten, sergileyen, pazarlayan ve onu izleyen bir sürü insandan oluşuyor. Sergi açılışlarında, basın toplantılarında gözlemleyebiliriz bu oluşumu. Türkiye’de sanat ortamında yer bulmak çok havalı bir durum olarak görülebiliyor. Bu ortamda yer almanın belli kuralları ya da belli bir yaklaşıma yatkınlığı olmak zorunda gibi. Başkasının zorlaması dediğiniz nokta burda çok rahat gözlemlenebilir. Bu yaklaşıma ayak uyduramayan insanların eleştirilmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?
Başkalarının gözüyle değil de kendi gözümüzle eleştiriyorsak bu kötü bir şey değildir. Muhakeme gücünü arttırır. Ben bahsettiğiniz ortamın havalı olarak görülmesinden değil bir arada olmanın verdiği eğlencenin hissedilebilmesinden yanayım. Havalı olmak egodur! Ben 2,5 senede kendi egomu attım. Egoyu atmak insanın kendi bireyselliğine sahip olması açısından çok önemlidir. İnsanlar egonun gerekli olduğunu düşünürler. Oysa ki bir insana zarar veren en büyük şey egodur. Kendini düşük ego kaynaklı yetersiz hissetmek de yüksek ego kaynaklı başkalarını ezme hakkını kendinde görmek de insana zarar verir. Göz seviyesinde iletişim kurulduğunda karşınızdaki kişinin coğrafi durumu, cinsiyeti, kültürel durumu, varlık durumu ne olursa olsun onunla eşitsinizdir. Kendini koşulsuz seversen karşındakini de koşulsuz seversin. Bir gruba ait olma isteği kötü bir durum değildir ama yetersizlik duygusuyla değil, iş yapma isteğiyle olduğunda! Zamanında egom olduğu için ben bununla empati kurabiliyorum. Bu duyguyu biliyorum. Eskiden ben konuşma yapamazdım çünkü insanların beni yargılayacağını, eleştireceğini düşünürdüm. Yetersiz olduğum duygusu bende olurdu. Kitaplardan alıntılar yapardım. Şimdi konferanslara giderken sadece ne konuşacağımı düşünüyorum. Bir paragraftan yola çıkarak konuşmak karşımdaki kişiye de yetersizlik duygusu verebilir. Terminolojik dille konuşmadan da çok rahatlıkla muhabbet edebiliriz.
Peki ev kadınlarının Documenta’da sergilenebilecek düzeydeki işleri olduğunu söylemiştiniz. Sizce bugünkü piyasada onların ev kadını olduğunu söylediğimizde ne gibi tepkiler alırız?
Eğer bunu bir küratör sunuyorsa onun kıymetli olduğunu düşünebilirler. İnsanların kafalarında ön yargılar vardır. Sanat yapabilmek için kolejlerde okumak, 2 dil bilmek gibi düşünceleri atmak gerekir. Bu bakış açılarını kıran insanlar var. yapabileceğine inandıktan sonra, egon da yoksa karşındaki kişi seni zaten sen olduğun için kabul ediyor.
Siz kendi yolculuğunuzda bu noktaya gelmek için nasıl adımlar attınız?
Mağduriyet psikolojisi üzerinden konuşmayacağım. Eskiden olsa bana şunu yaptılar, bana bunu yaptılar derdim. O eski hafızayı atıyorum ve kendime güveniyorum. Dolayısıyla benim ivmem her zaman yukarı seyretti. İvme dediğimiz şey insanın kendine güvenmesi, üretmek için haz duyması, bunu paylaşmak istemesi, en iyisini hakettiğine dair içinde kendine karşı şefkat göstermesiyle yükselir.
Sergileri ne sıklıkta geziyorsunuz? Gezebiliyor musunuz daha doğrusu?
Çok az gezebiliyorum. Zamanım yok. İş görmek yerine iş üretiyorum ama bazen bir gidiyorum vuruluyorum!
En son ne zaman böyle bir an yaşadınız?
En son deliler gibi haz aldığım sergi Parajanov’du. Muhteşemdi! Adamın yüzünü görmeden öfkesini, şehvetini, dişiliğini, politik görüşünü, cinselliğini her şeyini yapıtlarında görebiliyorsun.
Üretiminizde nelerden besleniyorsunuz?
Semboller üzerine gidiyorum. Ev kadınlarının üretim biçimleri de beni etkiliyor. Kasnaklardan yeni bir şeyler yapmayı düşünüyorum. Çoğunlukla kendi bakış açım, kendi hayatımdan besleniyorum. Bu tabii o anki ruh halime göre de değişebiliyor. Mesela sosyal sorumluluk, sosyal bakış açısı beni pek ilgilendirmiyor artık. Biraz daha bireysellik üzerinden ilerliyorum. Şu aralar aşk ve arzu benim için çok kıymetli. İnsan arzusunun anamızın ak sütü kadar helal olduğunu düşünüyorum. Genelde insanlar kendi arzularına negatif bakarlar. Sergimde de bunu anlatıyorum. Mesela aşkı arzularız ama aşkın yok olduğuna inanırız. Aşkın bağımsızlığımızı yok edeceğine inanırız. Sürekli bir çelişki yaratırız. Oysa aşkı arzuladığımızda bunun iyi olacağına dair bir düşünce beslemek lazım. Başkalarının yargısı ya da bakış açısını atmak gerekiyor. Arzuyu doğru tanımladığımızda bu, fantaziye dönüşmez.
Bu bakış açısına ulaşmak için nelerden beslendiniz? Kimleri okur mesela CANAN? Ne tür müzikten hoşlanır?
Arabeski çok seviyorum. 45’lik pop müziği çok seviyorum. Sevdiğim, haz aldığım şeyleri söylemekten utanmamayı öğrendim. Eskiden müzik kültürümün olmadığını sanardım çünkü insanlar tarafından hoş görülen şey başka türlü müzik türleriydi. Ama sonra baktım ki benim muhteşem bir müzik dağarcığım varmış ve ben bundan haz alıyorum. Sevdiğim şeyleri söylemekten çekinmiyorum çünkü bu benim kişiliğimin bir özelliği ve ben bunlardan besleniyorum. Bilimkurgu romanlarını, Ursula Le Guin’i çok severim. Felsefeyi çok severim. İnsan psikolojisinden çok iyi anlarım. Jung’u da okumuşumdur ama şu an Jung’u sallarım! Modern psikoloji üzerine çok düşündüm. İnsanı birey olarak algılamak yerine genel bir kanı yarattığının farkındayım. Genelde şöyle oluyor: bir fikir ortaya atılıyor, sonra bu fikir toplumsal bakış açısıyla kabul görüyor. Aslında gündelik hayatın da dili haline geliyor. Aynı şu anda herkeste gördüğümüz travma psikolojisi gibi! Herkes travmatik, herkes mutsuz, herkes depresyonda ve herkes ilaç alıyor! Ayrıca insanlar günlük hayatlarında yaşadıkları sıkıntıları aileye ve çocukluklarına bağlıyorlar. Bu, Jung psikolojine bağlı bir şey. Jung psikolojisi senin karakterinin anandan babandan kaynaklı oluştuğundan bahseder. Bu yanlış bir öngörüdür. Astroloji de böyle bakar. Der ki işte senin doğum haritandan bilmem ne! Dalgasını geçtiğim için bu örneği veriyorum. Hayır! Senin karakterin zamanla değişir ve ananla babanla alakası yoktur. Herkes kendi kendinin anası ve babasıdır. Sen kendi kendini yetiştirebilir ve dönüştürebilirsin. Evet bir kolektif bakış açısı vardır. Aileden aldığımız bir kültür vardır. Ama bizim karakterimizi tam yüzde yüz oluşturmaz. Senin gündelik hayatın çocukluğunla alakalı değildir. Gündelik hayatında yaşadığın sıkıntı birey olmayı farketmemekten kaynaklanıyordur. Yapmak istemediğin şeyi yapmak zorunda olup yapmaya başladığında birey olamıyorsun. Hayır demeyi öğrendiğinde karşındaki kişi seni yargılamaz. Çünkü sen önce neden hayır demen gerektiğini doğallıkla kendine açıklarsın. Karşındaki kişi de seni anlar! Anlamıyorsa da defolur gider.
Sizin özellikle son dönem üretimlerinizde sıklıkla görülen yoğun sembolizm, bütün bu anlattıklarınızın bir yansıması bence. Ben sizin eserlerinize baktığımda açıklamlarla dolu bir sembol kitabına ihtiyaç duymuyorum. Sezgisel olarak o sembollerle bağ kurabiliyorum.
Çünkü samimi üretiyorum. Öteki türlü akılla iş üretmeye başlarsın. Ne dersin mesela bu sene göç konusu var. Fon alırım, bunu göçten yediririm dersin ya da güncel politika ne diyorsa onun üzerinden ilerlersin. Kısacası fikir bulmaya çalışırsın! Eskiden ben de üretim yapmak için fikir bulmaya çalışırdım. Kariyer kaygısı yaşadığım için başkalarının onayına ya da yardımına ihtiyaç duyardım. Samimi üretilen bir işin bana kazandıracağını artık biliyorum. Zaten kapıları açacağını, ulaşacağı yeri biliyorum.
Bugüne kadar açtığınız sergilerle ulaştığınız noktadan memnun musunuz? Başka bir ülkede sanatçı olsaydım dediğiniz oldu mu hiç?
Çok sayıda insanın gelebileceği bir sergi yapmak insanı mutlu ediyor. Arter’deki sergiyi 70 bin kişi gezdi! O dönem neredeyse haftada dört gün tur yaptım. Arter böyle bir talepte de bulunmadı. Kurumlardan, gruplardan tur yapmam için talepler geldi. Ben orada çok şey öğrendim. Birincisi ötekilik kavramını atmayı becerdim. Eskiden ben sergi açardım, açılıştan sonra kimseyle konuşmazdım. Oysa Arter’deki durum bir okul gibiydi benim için. İnsanlara karşı önyargımı yıktım. Her türlü insanla muhabbet ettim. Karşılıklı fikir alışverişi yaptık. Bendeki ötekilik duygusu yok olduğu gibi karşımdaki kişiyi öteki olarak tanımlamayı da yok etti. Herkese ulaşabileceğim bir sergi tabii ki beni mutlu etti. Oraya teyzeler de geldi “bu organzeler çok güzel olmuş” dediler. Ben eskiden beni,m sanat yapıtlarımın beni anlattığını düşünürdüm. Ama orada insanlarla konuştuğumda herkes kendinden bahsetti. Biz birbirimizin aynısıyız, kişisel özelliklerimiz bizim farklılıklarımız.
Sembolizm meselesine geri dönersek, siz bu konuda araştırma yaparak mı bu noktaya geldiniz yoksa içten gelen bir şey miydi? Sizin işlerinize baktığımızda her şey sembolik hatta kendinizi de bir sembol olarak kullanabiliyorsunuz!
Semboller konusunda hiç araştırma yapmadım. Tamamen sezgisel olarak ürettim. Sonra da sezgilerimin ne anlama geldiğini farkettim. Özel bir okuma yapmadım ama bu konu üzerine düşündüm. Semboller kalp ve ruhla bağlantı kuran bir gönül dili aslında. Sembollerle konuştuğumuzda başka türlü ifade ediyoruz kendimizi. Bir muhabbet kuruyoruz. Ben kendimi koşulsuz sevmeyi öğrendiğim zaman öfke, kaygı, endişe, nefret gibi duygulardan kurtuldum. Bu, bütün insanları sevmekle başlıyor. İlla politik bir laf edilmesi gerekiyorsa: Bireysel mutluluk politik bir edimdir, diyorum. Nazım Hikmet’in “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” sözüne sonuna kadar inanıyorum. Önce özgür olduğumu hissetmem lazım.
Daire Sanat’taki yeni serginiz “Muhabbet & Kehanet & Saadet” yine çok sembolik işlerin olduğu, adınızı görmeden dahi imzanızı tanıyabileceğimiz bir sergi. İsim özelinde konuşmak gerekirse muhabbet de kehanet de saadet de bana sizi anımsatıyor! Canan ve Muhabbet denince nasıl bir bağ kurduğumu açıklamama bile gerek yok! Canan ve Kehanet! Bunu açıklayabilirim: Canan’ın eserleriyle karşılaştığımızda girmiş olduğumuz o mistik dünyada her şey ne kadar evrenselse bir o kadar da yöresel gözüküyor. Ayrıca, çok güçlü üretimleri olan, zaman zaman sert, söyleyecek çok sözü olan ve çok sağlam bir duruşu olan o kadından ben korkmuyorum! Ben Canan’ın üretiminden zevk alıyorum, mutlu oluyorum. İşte bu da saadet! Bu serginizin ismi sanki sizin bir manifestonuz gibi olmuş.
Oh ne güzel! Muhabbettin çok kıymetli olduğuna inanıyorum. Tabii ki karşılıklıdır! Benim de süzgecim vardır sizin de süzgeciniz vardır. Muhabbet ederken amacım ikna etmek değildir. Ben kendim iknayımdır zaten! Kehanete gelirsek; iki türlü kehanet var. Birincisi, hayata umutla bakmak, kendine güvenmek, insana güvenmek ve bütün arzularımızın gerçekleşebileceğine inanmak! Bu atölyeyi ben hayal ettim. Neredeyse bunun aynısını hayal etmiştim. Aradım, taradım, buldum ve yaptım. Sanatçıyım ben, düzenli para kazanan bir insan değilim. Eğer kendime güvenmeseydim bu atölyeyi açamazdım. Burayı açtım, bu bir kehanettir. İnsan zihninin pozitif ve olumlu bakmasıdır. Mesela küresel ısınma senaryoları da bir kehanet ama olumsuz bir kehanet, distopya! Dini inançta nasıl bir kıyamet senaryosu varsa entelektüel dünyada da böyle bir kıyamet senaryosu var. plastikler, atıklar, yedinci kıtalar, ısınıyoruz, ölüyoruz bilmem ne! Empati duygum çok gelişmiştir. Daha öncesinde ben de böyle düşündüğüm için bunun kötü bir senaryo olduğunu farkediyorum. İnsan zihnine, insan bilincine, insan üretimine güvenmek, kaygıyı, korkuyu, endişeyi atmak ve çocukları iklim mücadelecisi yapmamak gerekiyor. Lütfen herkesin sözcüsü bir çocuk olmasın! İklim üzerine biri konuşacaksa bunu politikacılar yapsın. Kendi işleri olan insanlar yapsınlar. Bir çocuğun elinden masalları alıp, oyun dünyasındayken olmayan bir koskocaman bir kıyamet senaryosuyla o çocuğun sırtına kendince gerçeklik dediğin somut olmayan bir düşünceyi sırtına verip gelecek kaygısı yaşatmasınlar. Ben pozitif bakıyorum. Plastiğin doğada yok olma süresini biliyorum, ben gerizekalı değilim. Ben her sabah gamlı baykuşları dinleyip üç yıl sonra sular altında kalacağız korkusunun insanlara nasıl hissettirdiğini biliyorum. Tabii ki plastiklerle yaşamayalım ama evimde plastik kapaklı cam bir kabım olduğu için suçluluk duygusu duymayayım. Dünyanın yok olacağına dair bir kaygı yaşamayayım. Biz bugünün teknolojisiyle geleceği konuşuyoruz. Bir milyon yıl sonra her taraf plastik olacak. Bu, gamlı baykuşların genel bakış açısıdır. Kardeşim insan zihni, insan teknolojisi güzel bir şey! Dönüştürebiliyor. Ben eskiden Hayao Miyazaki’nin “modern hayatın çökmesini ve her yeri yabani otların kaplamasını sabırsızlıkla bekliyorum.” sözünü söylerdim. Bu ne demek: biz en tehlikeli türüz! Niye kardeşim! Kendimi neden korkunç bir suçluluk duygusuyla canavar gibi görüyorum? Bütün doğaya karşı bir insan olarak sürekli bir suçluluk duygusu içindeyiz. Hayır! Akıl melekeleri çalışan, harika bir yaratığım ben. Önce kendimi seveceğim ki o zaman hayvanı severim. İnsanlar sürekli kendi üretimlerini kötüleyerek kıyamet senaryoları üretiyorlar. Eğer üretimlerimiz doğa için bir problem yaratıyorsa zaten bunu çözecek bir teknolojiyi de yaratacak zihin de var. Pozitif ve umutlu bakmalıyız. Böyle baktığımızda distopya mı iyidir ütopya mı? Geleceğe, çocuklara hiçbir borcum yok! Eski bakış açılarını değiştirelim. Geçmişi yargılamıyorum. Vay adiler savaşlar çıkarttılar, berbat teknolojiler yaptılar demiyorum. Benim çocuğuma gelecek bırakma gibi bir derdim de yok. Ben bir kere hayata geldim, benim mutlu olmaya hakkım var. Ekmeği atma, suyu fazla harcama! Su akıyor tekrardan dönüşüyor bunun hem teknolojisi var hem doğa temizliyor. Bırak su aksın da şu bulaşıkları doğru düzgün temizleyelim. Ben bunları aşana kadar canım çıktı. Benim bireysel olarak, bedensel olarak harcadığım enerjinin milyon katını fabrikalar götürüyor. Lütfen devlet işini yapsın, onlar çevreyi kirletmesinler! Benim karbon ayak izim yok bilmem ne! Ben mi yaptım? Ben istediğimi yerim. Onu yapma bunu yapma! Ben zamanında bunların hepsiyle uğraştım. İnanılmaz zamanını alıyor. Karıncayı incitmemek gibi inanç sistemi kaynaklı mitlerimiz var. Bizim Kurtuluş komşu ağımızda bir kadın evinin karıncalardan kurtaramadığını yazmış. Bütün herkes bitkisel tarifler vermiş. Tarçın, limon kabuğu vb. Ben de yaptım zamanında! Benim evimin her tarafı tarçınla, limon kabuğuyla doldu. Sonra dedim ki; gereksiz hassasiyetten kurtulun! Karınca bir haşeredir. Sivri sineğe, böceğe acıyor musun? Evimi işgal ediyor, ekmeğime, burnuma giriyor. Her tarafı karınca basmış sana diyor ki “pudra koyarsanız burnum tıkanır” Ya kardeşim masal kahramanı mı bu karınca? Niye karınca adına konuşuyorsun? Yok diyorlar ki “Evimizi ziyaret ettiler.” Böceklere de aynı şefkatle yaklaşıyor musun? Hayır! Bu senin zihninde karıncaya özel koyduğun bir bilgi. Evimin her tarafı tarçın tozu ve limon kabuğu dolduktan sonra ve bunun hiçbir işe yaramadığını gördükten sonra karınca ile mücadelemi kazandım. Evime fare gelse Tom ve Jerry gibi hissetmeyeceğime göre! Teknoloji güzel bir şeydir. Hayvan cesedi görmek istemiyorum. Ses sistemiyle hayvanların atölyeme girmesini engelliyorum. Zehir de yok, ne bana ne hayvana zarar veriyor ama gerektiği zaman zehiri kullanırım. Senin vicdani duyguların üzerinden gereksiz hassasiyet yaratmak insanı yoruyor. Sürekli bir suçluluk duygusu, yeter yahu! Her şeyi düşünemeyiz. Benim mutluluğum hep erteleniyordu, koşulluydu. Önce kadınlar kurtulacak ben mutlu olacağım. Kürtler kurtulacak ben mutlu olacağım. Türkiye gelişecek ben mutlu olacağım. Küresel ısınma gidecek ben mutlu olacağım. Ben bir türlü mutlu olamıyordum! Ben şimdi mutluyum. Mutluluğumu ertelememe sebep olan her türlü soyut duygudan kurtuldum. Kendimi koşulsuz seviyorum, mutluluğuma da koşul koymuyorum. O olursa değil, şimdi mutluyum!
Dünyanın hemen yerinde dile getirilen sorunların içinde üç tanesi var ki sanata da sürekli konu oluyor. Feminizm, LGBTİ ve Çevre Kirliliği! Bunların sanata konu edilmesi kadar doğal bir şey olamaz tabii ama acaba kurumlar da biraz bu konuları besleyerek salt dikkat çekme çabasıyla mı sanatçıları teşvik ediyorlar? Yoksa sanatçıların da zaman zaman ilgi çeken konuya yönelmek bir içgüdüleri oluyor mu? Sosyal problemlerin sürekli gündemde kalması yaratıcılığı öldürüyor mu tetikliyor mu?
Yapıt kendini gösterir. Kişinin kendine karşı samimiyeti beslenmek yerine, yapmayı gerektirir. Beslenme ihtiyacı yoktur. Üretim sezgisel bir şeydir kendin kendine çıkar. Göç etmiş bir insandır, yakın çevresinden biri göç etmiştir, bunu derinden hisseder ve yapar. Ama moda olduğu için, birileri fon verecek diye yapmaya kalkıştığında iş zaten samimiyetini kaybeder. Senin kendi gerçekliğindir, kendi hafızandır, oradan çıkar yaparsın. Bienalde de muhteşem işler muhakkak vardır. Ben bütün sanatçıları çöpe atıp en harikası benim demiyorum. İsteyen istediği şekilde her türlü konuyu yansıtabilir. Feminizm konusuna gelince, ben feminizmi kolektif bir feminizm üzerinden algılamıyorum. Ben bireysel bir feminizm anlayışıyla, kadın, erkek herkesin eşitliği üzerinden bakıyorum. Bunu mağduriyet psikolojisi üzerinden değil tamamen onur üzerinden tanımlıyorum. Kadın ve erkeğin her türlü cinsel yöneliminin eşit olduğunu ve ötekilik düşüncesinden çıkarak bedensel özelliklerimizin, biyolojik ya da cinsel yönelimimizin hepimizin onuru olduğunu söylüyorum. Mesela queer’ler LGBTİ derler. En sona interseksüeli koydular. H nerde diyorum ben. Heteroseksüel! Sen niye onu duyacakmışsın diyorlar. Niye duymayayım kardeşim? Ben de heteroseksüel olmaktan onur duyuyorum. Beni de katın oraya. Bu dışlanmak değil birleşmektir. Bütün görmektir. Öteki söylemine tamamiyle karşıyım. Kadın olmak benim gururum. Kendimi mağdur değil, eşit, muktedir ve kendi iktidarının sahibi olarak görüyorum. Mücadele etmem gerekmiyor. Haberler bize gösterdiği şeylerin sürekli olduğuna dair bir önyargıya kapılırız. Sürekli tehlikede olduğumuza her gün tecavüze uğrayacağımıza dair, öldürülebileceğimize dair, sevdiğimiz adamlar tarafından sömürüleceğimize dair bir güvensizliğe kapılırız. Tersinden bakmak mümkün olduğunda, mesela; bu güvensizlik duygusuyla biz gece o sokağa çıkmayız, çıkmaya korkarız, o sokak tenhalaşır ve o zaman ordan bir herif çıkartır bıçağını saplar. Kaygı ve endişeyi attığımızda o sokaklar dolar. Sinop’a gittiğinizde kadınları sokakta görürsünüz çünkü kendilerini güvende hissediyorlar. Bu tacizcilerin olmadığı anlamına gelmiyor ama bizim sezgilerimiz nasıl davranacağımızı gösterir bize. Clarissa Estes, Kurtlarla Koşan Kadınlar’da şunu der: “Hiçbir kurt yavrusuna uslu ol, nazik davran demez.” Biz sezgilerimize güvenmeyi unutuyoruz. Tehlikenin bize kimden geleceğini biliriz biz. Sezgine güvendiğin anda refleksin gelişir. Birey olmak budur. Bende mağduriyet duygusu yok. Kadın olmaktan gurur duyuyorum. Benim hiçbir erkekle aramda bir farkım yok. Her şeyi yapmak konusunda muktedirim. Aynı şekilde eşcinselsin diyelim. Sürekli mağduriyet, kendini saklama gizleme duygusu ile yaklaşmak yerine öncelikle sen kendini kabul edersen karşındaki kişi sana farklı davranamaz. Herkese mahremiyetini açmak zorunda değilsin ama sürekli kendini örselenmeye açık, bunu açıklarsam dışlanırım korkusuyla da yaşama. Aynen Kürt olmak gibi. Benim annem ve babam senelerce Kürt olduklarını sakladılar. Dışlanmaya dair kafalarında bir korku ve önyargı vardı. Kürt olmak benim kültürel zenginliğim. Bununla gurur duyuyorum.
*Canan’ın “Muhabbet & Kehanet & Saadet” isimli yeni sergisi 3 Kasım’a kadar Daire Sanat’ta görülebilir.