Geleneksel dokuma sanatına getirdiği çağdaş bakış açısı ve kendine has yorumuyla alanında fark yaratan Fırat Neziroğlu ile Artkolik okurları için buluştuk. Dans eğitiminden dokumaya geçişine, geçmiş ve güncel işlerinden uluslararası başarılarına kadar pek çok konuda konuştuğumuz sanatçıyı, Arnavutköy’deki kültür sanat platformumuzda ağırlamaktan büyük mutluluk duyduk. Bu keyifli sohbet için kendisine bir kez daha teşekkür ediyoruz.
Röportaj: Gökçe Günaydın
Dokuma sanatına başlama sürecinden bahseder misin? Bu bilinçli bir tercih miydi? Tekstil aşina olduğun bir alan mıydı?
5 yaşındayken babamın isteğiyle baleye başladım. 15 yıl bale eğitimi aldım. Fakat daha sonra annemin yönlendirmesiyle güzel sanatlar tekstil bölümüne geçtim.
Ailenin yönlendirmesinden bağımsız olarak düşündüğünde sen hangi bölümü seçmek isterdin?
Tarih öğretmeni olmak istiyordum. Böyle daha iyi oldu ama.
Bence de böyle çok güzel olmuş! Ailenden gelen yönlendirmelere bakınca aslında senin sanata ilginin çok küçük yaşlarda başladığını düşünüyorum. Öyle miydi?
Babam futbolcuydu. Çok fazla kalıpları, kuralları olan bir insan değildir. Beni çok küçük yaşta dans okuluna yazdırdı. Beni her gün kapıda bekler ve bundan çok mutlu olurdu. Hala bana uzun çoraplar ve taytlar alır. Rahat bir insandır. Mesela okulda tüm arkadaşlarım kısa saçlıydı ama babam benim saçlarımı kestirmemi istemezdi. Bu yüzden okulda çok sorun yaşardım. Bu düzensizlik hali bende hayatım boyunca hiyerarşiye karşı bir antipati yarattı. Ast üst ilişkisini ne öğretmenlerimle ne okul müdürümle ne de bölüm başkanımla bir türlü kuramadım.
Annem, kız meslek lisesi mezunu, eli çok iyi dikiş tutan dolayısıyla tekstille ilişkili bir kadın. Fakat ben bildim bileli dans ettim. Tekstille bir bağım olmamıştı. Ailemin kararıyla dans ettim ve yine ailemin kararıyla bir gün konservatuar yerine güzel sanatlar fakültesine gittim. Sonra farkettim ki ben bana çizilen sınırlar dışında hareket etmiyorum ama sınırlar içinde oyun oynuyorum. Bence sınır güzel bir şey! Çünkü hepimiz herhangi bir iş yaparken önce onun çerçevesini çizmek isteriz ki onun içinde başarılı olalım. Bence dağıldığımız durum o sınırsızlık hali oluyor. Her şeyi her an yapmak istiyoruz. Sınırdan uzaklaştıkça merkezden de uzaklaşıyoruz. Çok şanslıyım ki sınırları hep biri çizdi benim için. Bu bir tek görsel sanatlarda değil dansta da böyledir. Dış göz sizi yönlendirir. Fakat ben dansta kendi tarzımı bulamadım.
Güzel sanatlara geçiş sürecinden de biraz bahsedelim.
Tekstilde önce moda bölümüne girdim. Fakat o dönem moda konusuna pek ilgili değildim. Şöyle düşünürdüm: “Herkesin iki kolu iki bacağı var. Ben bu kıyafeti neden tasarlayamıyorum?” Okuldakiler de beni neden aldıklarını düşünüyorlar. Sonuçta yetenek sınavına giriyorsun ve desen çiziyorsun. Ben de çizdim! Dolayısıyla sınavı da kazandım ama hasbelkader bir bölüme girmiş oldum. Annemin tercihiyle Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Tekstil bölümündeki dört opsiyondan biri olan giyime girdim. Birinci yılın sonunda bu bölümde yapamayacağıma karar verdim. Koridorda dokuma bölümünün tezgahlarını görmüştüm. Çok etkilendim. Dokumadan bir arkadaş modaya ben de dokuma bölümüne geçtim. Tezgahın başına geçtim ve sanki o bilgi benim içimde vardı. Öğrenmeye gerek kalmadı gibi bir şey!
Röportaj öncesi seninle ilgili araştırma yaparken dedenin küçükken sana bir dokuma tezgahı hediye ettiği bilgisine ulaştım. Bu senin için önemli bir dönüm noktası olmalı?
El işi dersimize matematik öğretmenimiz giriyordu. Matematik olmazsa hiçbir şey olmaz fikrinde bir insandı. El işi yaptırmaz ve o dersi de matematikle geçirirdi. Başka arkadaşlarım el işinde dokuma yapıyorlar, ellerinde çerçevelerle okula gidiyorlardı. Dedemden tezgah istedim ve yaptı. Okula götüremediğim için yatağımın altında saklamıştım. Kimse bana dokumayı öğretmemişti ama ben bir Sezen Aksu silueti dokumuştum. Annem tezgahı yakaladı ve ortadan kaldırdı. Matematik çalışmaya devam ettim.
Üniversitede dokuma bölümüne geçiş yaptın. Ne umdun ne buldun?
Okulda Şerife Sezgin, Nimet Musaoğlu, Füsun Özpulat, Suhandan Özay gibi Cumhuriyet ekolü çok önemli isimler benim hocalarım oldular. Sınıfımız zaten beş kişiydi. Hocalarımız anne gibi ilgilenirlerdi bizimle.
Özel ders almak gibi bir durum aslında!
Aynen öyle! Az kişi olduğumuz için çok fazla şey üretebiliyorduk. İlkokula çok erken başladığım için 16 yaşında üniversiteye girmiştim. Bahçede basketbol oynardım, Şerife hoca sırtıma havlu koyardı. O denli aile ilişkisi kurduğumuz bir ortamdı. Bu ilişki bana nerede durmam gerektiğini de öğretmişti. Büyük hocalar bana bunu gösterdiler. 2001’de mezun olduktan sonra bir yıl ayakkabı tasarımcısı olarak çalıştım. 2002’de Çukurova Üniversitesi’ne girdim. Okulun ilk dört hocasından biriyim kendi alanımda. Bölümün temel tasarım müfredatını hazırlayıp Dokuz Eylül’e geri döndüm. Tabii Dokuz Eylül’deki hocalar büyük isimler olduğu için ben artık hoca değil hala onların öğrencisiydim. Büyükler yavaş yavaş emekli olmaya başlayınca bir sonraki jenerasyon bölümü devralmaya başladı. İşte o zaman her şey bitti bence. Bu jenerasyon maalesef birbiriyle üretim halinde olmaktan çok birbirleriyle küslerdi. Çünkü hepsi yarış halindeydi. Bizi çok üzdüler.
Senin istifa sürecini hızlandıran ortam bu mu oldu?
Çok tetikledi! Yeni hocalarla birlikte okulda köklü bir değişiklik oldu. Büyük hocalar hiçbir şey yapmasalar bile burada kalsalar keşke diye içimden geçirmişimdir hep. Sonradan gelenler tam bir diktatördü diyebilirim. Örneğin atölyeleri 12.00-13.30 arası kapalı tutmak ve 17.00’da tamamen kapatmak gibi kuralları var. Oysa sanat eğitimi alan birinin yaratım sürecinde saat kısıtlaması olamaz. Uluslararası bir tekstil organizasyonuna teklif gelmişti. Hocalar bölüm olarak muhakkak orada olmamız gerektiğini düşünüyorlardı. Fakat sayfaları çevirdiğimizde sadece benim davet aldığımı gördük. Bu durum okulda olumlu karşılanmadı. Gidiş iznim yasaklandı. Sonuçta devlet kurumundayım ve izin almam gerekli. Bunun dünyada başka bir örneği var mı inan bilmiyorum. Sonrasında İzmir Caz Günleri kapsamında Baki Duyarlar bana bir teklifte bulundu. Kapanış konserinde solist şarkı söylerken ben de sahnede dokuma yapacağım. İnsanların, dokuma sürecine de şahit olmaları açısından önemli bir fırsattı. Bunu okula bildirdim ve yine olumsuz bir geri dönüş aldım. Sahneyi kurmak için dahi 1 gün izin alamadım. Bir gece önceden bütün hazırları yapmak zorunda kaldım. İzin alamadığım için prova da yapamadım. Konser günü akşam mesaim bitince işten çıkıp konsere gittim. Sahnede her şey doğaçlama gelişti. Konsept “Doğumdan Düğüne” olarak belirlenmişti. Ben de gider gitmez bir hilal dokumuştum. Aklımda bu hilali dolunaya çevirip sonrasında bir dilek ağacı dokumak vardı. Bir köy düğünü havası yaratmak istedim. Müzik başladıktan sonra bunu yapmaya başladım. Seyircilerin arasına gidip seçtiğim insanları sahneye götürdüm. Onlardan dilek ağacına bir çaput bağlamalarını istedim. Böylece ağacı renklendirmiş oldum. Okuldan hiç kimse izlemeye gelmedi. Öğrenciler dahi gelmedi. Çünkü benim yanımda olmak taraf tutmak oluyor. Bu da okuldaki hiyerarşiye zarar veriyor. Sürekli olarak yalnız hissetmeye başlayınca bu iş bitsin artık dedim. Bardağı taşıran son olay ise daha da trajik. Odamdaki tezgahta bir iş dokuyordum. Bu sırada bölüm başkanından odamın değişeceğine dair bir yazı aldım. Dokumanın bitmesi için iki hafta süre istedim. Sonrasında dekanlıktan “odanızın ivedilikle boşaltılması hususunda” konulu bir yazı geldi. Tezgahı okulun dokuma atölyesine taşımak istedim ama yer yok dendi. Öğrencilerden birinin evi okulun karşısındaydı. Bana evinde dokumamı teklif etti. Herkesin gözü önünde tezgahı sürükleyerek götürmeye başladım.
Kimse bu durumu protesto etmedi mi?
Hayır! Tezgahı taşıdık ama apartmanın kapısından geçiremedik. Yine herkesin gözü önünde okula geri getirdim. 2 hafta koridorda dokudum.
Tüm bu trajedi ve gördüğün muamelenin sinir bozuculuğunun yanı sıra bu hikaye bir yandan çok hoşuma gitti. Çünkü sen sadece dokumanı bitirmek istemiştin ama onlar sayesinde bu iş bir performans sanatına dönüşmüş resmen!
Kesinlikle! Bu işi bitirdikten sonra dedim ki “bu okulda benim işim kalmadı”. Bütün hocaları tuvalet kapısının ardından bacakları görünüyorken dokudum. Bunun ana fikri “siz buradan birbirinizi tanırsınız” mesajıydı. “Sizin için birinin ne iş yaptığı önemli değil. Siz birbirinizi ne giydiğiyle tanırsınız” demiş oldum. Bu işin adı “İşeyen Fırat” oldu. “Akıl Hastanesi” sergimin davetiyesiyle birlikte istifa mektubumu da bölüm başkanının masasına bırakıp çıktım. Bu olayla birlikte tekstil bölümlerinin kapısı bana kapandı. Mimarlık fakültelerinde temel sanat eğitimi dersi vermeye başladım. Şu anda Nişantaşı Üniversitesi’nde memur kadrosundayım. Çünkü belirli hiyerarşik düzenlerde yükselmek ve birilerini yönetmek istemiyorum. Ama kendi okulumda dışarıdan ders veriyorum. Akademik basamaklarda yükselmek istemiyorum.
Sen uluslararası sanat piyasasında da kendini göstermiş bir Türk sanatçısın. Bu süreç nasıl başladı?
“İşeyen Fırat” ile başladı. Ben o işi böyle bir hedefle yapmamıştım. Zaten her yıl bir sergi açıyordum. Sergi açmaya öğrenciyken başladım. Kredi çekip sergi malzemelerini alıp kişisel sergiler açıyordum. Bu benim için bir oyundu. “İşeyen Fırat” benim altı parçadan oluşan “Erkekler Tuvaleti” işime de esin kaynağı oluşturmuştu. Hasbelkader Siemens Sanat ve Akbank Günümüz Sanatçıları Yarışması’na gönderdim. Sonuçta “Erkekler Tuvaleti” Siemens Sanat’a “İşeyen Fırat” da Akbank’a seçildi. Akbank beni Kore’ye gönderdi. Kore’den döndükten sonra Zilberman Galeri ile tanıştık. Ben sonra bildim bileli Zilberman’ın sanatçısı oldum ve başka da kimseyle çalışmadım. Daha sonra bir takım sağlık problemleri yaşadım. Bu yüzden üç sene ara verdim ve Zilberman’la yollarımızı ayırdık. Ama onlarla çalıştığım sürede Sotheby’s Londra’ya gittim. “İşeyen Fırat” orada satıldı. Sotheby’s süreci daha sonra da devam etti. Sonrasında Abu Dhabi Art Fair ve Christie’s geldi. Christie’s’e kapak oldum. Sonrasında dünyanın birçok ülkesine açıldım. Hızlı dokuyan ve bireysel çalışan bir sanatçıyım. Bu benim avantajım oldu. Dokuma biliyorsun bir resim ve heykel kadar sanat objesi olarak değer görmüyordu. Ama şimdi bu değişmeye başladı.
Senin bu sanata önemli bir katkın da oldu! Misinaya geçiş hikayeni de öğrenmek isteriz.
Bizim bir boşluk tartışmamız vardır. O kadar çok dokuyorum ki kendime ayıracak vaktim kalmıyordu. Ben de sadece figürü dokuyup kalanları boş bırakmaya karar verdim. Fakat o zaman da pamuklar falan görünüyordu ve bu desenin önüne geçiyordu. Ben de kenarlara misinaları çekmeye karar verdim. O zaman bana olmaz diyenler şimdi bu tekniği benim adımı anmadan kullanıyorlar. Ama davet aldığım pek çok üniversitede bu tekniği anlatma imkanım oluyor.
Yeni bir teknik geliştirmekle birlikte dokumaya farklı bir bakış açısı getirdiğini de düşünüyorum. Sen, ülkemizde geleneksel desenlerin dışına çok fazla çıkamayan bir alanda figür üzerinden bir dışavurum yaratıyorsun. Dokuma gibi sınırlı görülebilecek bir alanda ifadeyi ön plana çıkaran işler yapıyorsun.
Çok teşekkür ederim. Anlaşılmak çok güzel. Ben hep bunu kendi başıma düşünüyorum zannederdim.
Dünya çapında, büyük oranda bizimle özdeşleşmiş bir alanda bu kadar yenilikçi bir yaklaşımla üretim yapıp bizi temsil ettiğin için asıl biz sana teşekkür ederiz. Şimdi bir de Kraliçe Elizabeth’e portre dokuyorsun.
Dokumaya ara verdiğim dönemde Didem Çapa’dan bir telefon geldi. Norveç Kraliyet Büyükelçiliği himayesinde Norveç’e davet aldım. Bıraktım bu işleri diyerek katılmayacağımı söyledim. Didem Çapa ısrar edince gittim. O dönem video’lu işler yapardım. Böyle bir işi krala sergiledim. Bir yıl sonra bir telefon geldi ve Tayland kraliçesinin doğum günü organizasyonu kapsamında ülkeyi kendi kumaşlarıyla dışarıya tanıtmak istediklerini söylediler. Bana Tayland’ın dokumacılık yapılan köylerini gezdirdiler. Tayland kraliçesine, tahta çıktığı yıl tapınağın önünden bir pozunu altın, bakır ve gümüşten dokudum. Renkler parladığı için gün ışığında görünmüyordu. Tayland da böyle bir yer, her şey altın! Benim dokumamda da ışıklar kapanınca kraliçenin portresi görülüyor. Ondan sonra AA Londra’dan bana ulaştılar ve Kraliçe Elizabeth’e benim bir işimi hediye etmek istediklerini söylediler. Süreç böyle başladı. Dokurken eve kameralar geldi ve benim bütün dokuma sürecim kaydedildi.
Anna Laudel’deki “Tapestry: Dokunmuş Hikayeler” sergisinde dokumaların yer alıyor. Usta ve genç sanatçıları bir araya getiren çok önemli karma bir sergi. Sergiyi gezdiğimde harika işler gördüm tabii ama senin çağdaş yorumların herkesi olduğu gibi beni de çok etkiledi.
Genç olarak sanırım sadece Ramazan Can ve ben vardık. Çünkü dokuyucu yok! Ben bu sergide olduğum için çok mutluyum. Anna Laudel çok güzel bir galeri. Bu sergi, dokuyucuların işlerini paylaşmaları için çok güzel bir zemin oldu. 1970’lerden bu yana bu işi başlatan ve bize yol açan insanlarla aynı sergide yer almak benim için önemliydi.
“Adem ile Havva” sergiyi gezen herkesin dilinde şu an! Adem ile Havva 20. yüzyılda modern sanata pek çok kez geleneksel biçiminin dışında farklı yorumlarla dahil olmuş bir konu. Fakat seninki çok farklı! Çok çağdaş bir Adem ile Havva görüyoruz. Sen bunun geri dönüşlerini nasıl alıyorsun?
Çok teşekkür ederim! Alıyorum. Tabii ki ifade de çok önemli ama benim temel derdim gerçeklik. Hiçbir şeyi kurgu yapmıyorum. O tipler de kurgu değil. Onların anlık durumları ve tanıdığım bildiğim kişiler onlar. Bu anlamda aldığım geri dönüş ve övgülerden mutlu oluyorum ama sergi özelinde konuşacak olursak çağdaş dokumanın bana göre en büyük ismi Belkıs Balpınar ile orada yan yana olmak ayrı bir gurur benim için. 2019’un bana iyi geldiğini düşünüyorum. Solo sergi açmak böyle olmayacaktı belki de! Büyüklerle birlikte olmak kendi ifade biçimimi göstermem açısından da iyi oldu.
Sen dokuma alanında kendini kanıtlamış bir sanatçı olarak bu alana yönlenen insanlara nasıl ilerlemelerini önerirsin?
Hep söylediğim bir şey var “Başkasına benzemeyelim!” Kimse yapmasın demiyorum. Tabii ki herkes yapsın ama şu an herkes boşlukla dokuma yapıyor. Ben de diyorum ki “Tamam yapın ama farklılaşın.” Temel derdimiz, sanatta tekniği değil hissi anlatıyor olmak olmalı.
Üniversitede giyim bölümünden dokumaya geçmiştin ama şimdi New York Moda Haftası’nda defile yapmış bir sanatçısın. “Yen” koleksiyonundan da bahseder misin bize biraz?
İTKİB bünyesinde moda haftasına katıldım. Zaten İTKİB’in her yıl yapılan kumaş tasarım yarışmalarının 1. ve 2.’sinde ödül almıştım. Koleksiyonda zeybeklerin cepkenlerinin üstündeki ikinci koldan, yenden ilham aldım. Bunu çok çağdaş bir bakış açısıyla yorumladım. Geleneksel kullanımdaki fonksiyonel unsurları tasarıma uyguladım. Benim temel aldığım nokta buydu! Bu kadar geleneksel bir üründen plaza çalışanı bir erkeğin giyebileceği bir tasarım yarattım. Kumaşlar baştan dokundu, keyifliydi fakat organizasyonla ilgili ciddi sıkıntılar da yaşamadım değil!
Koleksiyon bir hazır giyim markasına dönüşecek mi?
Dönüşecek. Avusturya’da satışa sunulacak. New York’ta da organizasyondan bağımsız olarak, kendi çabalarımla alıcılarla görüşüyorum. Orada da satışta olacak.