Gül Ilgaz Türkiye’de halen aktif en önemli kadın çağdaş sanatçılardan biridir. Uçan vapurlar, anıtsallaşmış devasa elbiseler, ev aletlerinin gizli ritmik melodileri, sisler içindeki kaleler gibi gökdelenler, şaşkın gelinler onun sade ama fantastik dünyasını oluştururlar. Gündelikmiş gibi gelen tanıdık söylemi tam anlamıyla sizi ters köşe yapmaya hazırdır. Sakin cümleleri gayet şehirlidir ama doğayla da ilişkilidir. Karate bilen bir ev kadını edasıyla attığı her adımla, seramikten taşları her zaman gediğine koymayı becerir. Çünkü, Gül İstanbul’dur.
Şehir ve özel olarak da İstanbul Gül Ilgaz’ın ilgi alanlarından biridir. Uzak bir tepesinden Yeditepeli şehrin minarelerinde bakarak hayaller kurar, sözcükleri denizin üzerinden, yunus balıkları gibi, zıplayarak kaçar. Kent onun platosudur, ufuk da kanvası… Dereboyundaki atölyesinde, çınar yapraklarının gölgesinde Gül Ilgaz, resim yapar gibi fotoğraflara müdahale ederken, batıya ondan daha batılı olunabileceğini hatırlatır.
Sanatçı Gül Ilgaz ile uzun yıllardır tanışıyor ve beraber çalışıyor, sergi yapıyor olmamıza rağmen, son beş on senedir Ortaköy’de atölye komşusu olmamız sayesinde onun çalışma yöntemlerini daha yakından takip etme şansım oldu. Ancak bu sayede mütevazi bir kişilikten hiç de mütevazi olmaması gereken yapıtların çıkışlarına bizzat şahit olabildim. Sanatçının Milli Reasürans Galerisinde pandemi döneminde açtığı –kunsthalle kalitesindeki- Kırılma Noktası başlıklı sergisi beni onunla ilgili yazmaya teşvik etti. Bu röportajı ise Ilgaz’ın Urla’daki Be- Contemporary Sanat Galerisinde açmış olduğu solo “Görüş Mesafesi” başlıklı sergi sonrasında yaptık.
Röportaj: Genco Gülan
Mimar Sinanda Resim okudunuz, fakat fotoğraf, video ve yerleştirme gibi farklı mecralar ile çalışıyorsunuz. Bu sergide ise görüyorum ki fotoğraflarınız tekrar resme mi dönüşmeye başlamış?
Mezun olduktan sonra kendimi kavramsal sanat çalışmalarının içinde buldum. O dönemler fotoğraf ve video bize heyecan veren yeni ifade ve anlatım olanakları sunan mecralardı. Haliyle ya buluntu fotoğraflardan ya da kurgulanmış görüntülerden yola çıkarak işler üretmeye başladım ve bir aracı olarak fotoğrafın benim çalışmalarıma uygun olduğunu keşfettim. Sonraları bilgisayar manipülasyon tekniklerini de öğrendikten sonra bazı çalışmalarım resme yakınlaşmaya başladı. Bunda resim eğitimi almış olmamın etkisi büyük. Bazen çok kötü çekilmiş bir fotoğrafın üzerinde uzun süre çalışarak onu istediğim etkiyi elde edecek hale getirebiliyor olmak resim yapma sürecine benzer bir deneyim yaşatıyor. Ancak amacım resimsel olarak etki elde etmekten çok, fikre veya hisse dair olanın bir bütün oluşturacak şekilde bir araya gelmesi oluyor.
İşlerinizdeki sis etkisi beni oldukça rahatlattı. Ancak bazı izleyenleri rahatsız etmiş! Puslu ortamın sizin için özel bir anlamı var mı?
Serginin başlığı olan “Görüş Mesafesi” görünür olanın görünmez hale gelmesi ile ilgili olduğundan tüm işler belli bir sis perdesinin arkasından görünürlüğü hayli düşürülmüş olarak izleyiciye sunuluyor. Açık seçik olanın günümüzde yani post truth ( hakikat ötesi) çağında nasıl gizlendiği, algı ve görüşümüz ile nasıl oynandığı üzerine düşündüğüm bir sırada bu seri oluştuğundan bazı izleyiciler tarafından rahatsız edici olarak algılanmasını son derece olağan karşılıyorum. Öte yandan sisli bir ortamın bizi apaçıklığın sakilliklerinden sıyırıp rahatlatıcı bir etki yapması da olası tabii. Benim için bu sisli ve puslu ortam günümüz insanının önünü göremediği gelecek kaygılarının tavan yaptığı, nüfusun çoğunluğunun sakinleştiricilerle ancak katlanabildiği bir dönemde yaşıyor olmamızın metaforunu da oluşturuyor.
Yine bu sergide, yerleştirme olarak kullandığınız oto portrenizde gözlerin silinmiş olması beni oldukça şaşırttı. Fotoğrafı arkalı önlü kullanarak heykelsi bir etki mi yaratmak istiyorsunuz?
Serginin genel temasına uygun olarak oto portre de belli bir sis perdesinin altına yerleştirdim. Dolayısı ile gözler de görünmez hale gelmekle birlikte çevreyi ve olan biteni göremez, tam algılayamaz hale gelmiş durumda. İzleyici aslında tam da göremeyen birine bakıyor, belki de kendi görememe durumuna tanıklık ediyor.
Genelde fotoğrafların veya resimlerin arka yüzleri duvara gelir ve kullanılmaz. Bu çalışmada portrenin önünü ve arkasını arkalı önlü yerleştirerek etrafında dolanılır, önden ve arkadan izlenebilir bir hale getirdim. Bazı çalışmalarımda fotoğrafın imkanlarını zorlayıp yeni olanaklar deniyorum.
Bir yüzey olarak kullanılan fotoğrafı üç boyutlu bir hale getirmek bu çalışmanın katmanlarından birini oluşturdu. Diğer bir katman ise; günümüz insanının görünür olma kaygısı ile ilintili. Sosyal medya mecralarında insanların kendilerini gösterme yarışına tersten yaklaşma diyebilirim. Kendimi silerek, çok az görünür hale getirerek bu duruma eleştirel bir bakış açısı getirmek istedim.
Serginin tanıtımında da kullanılan “İçten dışa “ adlı çalışmanız bana suda yansımayı çağrıştırdı, siz ise gökyüzüne bir bakıştan söz ediyorsunuz. Bu Rorschach testinin arkasında ne yatıyor?
Genellikle bir resimde veya bir fotoğrafta bakış açısı önden, yandan, arkadan veya üstten olabilir. Ben burada toprağın üstünde veya hatta altında yatan birinin bakış açısından bu işi gerçekleştirdim. Böylece belki de hepimizin ortak bilinçaltında yer alan ölüm düşüncesine bir gönderme yapıyor olabilirim. Sanki bir tohum gibi toprağın içinde bulunmak ve oradan dünyaya bakmak.
Gökdelenlerin olduğu tepelerde ağaçların altı çizilmiş gibi mi duruyor?
Bu fotoğrafı evimin yakınlarında bir yerden çektim ve beni etkileyen şey binaların ezici ağırlığının, görselin büyük bir kısmını kaplaması oldu. Gözümüzü ve içimizi rahatsız eden bu görüntüde bizi tek rahatlatan kısım ise az da olsa ağaçların varlığı olduğunu gördüm. Büyük bir beton kütle karşısında yeşil alanların aralara sıkışmış olmasının altını çizmek istedim.
Peki, ormanın içindeki sisli yol nereye gidiyor?
Bu sergi tam da böyle bir noktadan hareketle gerçekleşti. Bilmiyorum, pek bilen olduğunu da sanmıyorum, bilseydim zaten bu sergi böyle olmazdı.
2020 yılındaki Kırılma Noktası adlı kişisel serginizi de çok beğenmiştim, tam usta işi diyebiliriz. Hele o sergideki elbise müthiş bir parçaydı, benim bir başyapıt olarak niteleyebileceğim o heykeli siz nasıl tarif ediyorsunuz?
Günümüz sanatında sanatçılar tek bir form ile çalışmıyorlar. Dolayısı ile heykeltıraş, ressam veya fotoğraf sanatçısı gibi keskin ayrımlar çoktan kalkmış durumda. Kırılma Noktası Sergisi anıtsal bir elbise, video, ses enstalasyonu ve fotoğraf işler gibi farklı formların bir bütün oluşturduğu bir sergi oldu. Bir heykelde vazgeçilmez olan üç boyutluluk ise klasik anlamda olmasa da bu çalışmanın tül bir kumaş, ipler ve taşlardan oluşan bir heykel olduğu söylenebilir. Ancak burada bir durum ve duygu saptaması söz konusu yani anlam önce geliyor ve malzemeye eşlik ederek onun ne olacağını belirliyor.
Deniz metaforunu birçok işinizde sürekli kullanıyorsunuz. Hatta Gül Ilgaz dediğimizde akla gelen şeylerden biri İstanbul, diğeri de de deniz. Tuzlu su ile bağınız nereden kaynaklanıyor?
Metaforlar bizim şeylere anlam katmamızın bir yolu, anlam katmakla onlara bir kişisel bir değer atfediyoruz. Yaşanan coğrafyanın sanatçılar üzerinde derin bir etkisinin olduğuna inanıyorum. İstanbul gibi bir şehirde yaşamak haliyle insanı deniz ile iç içe kılıyor. Denizin kenarında yürüyor, üzerinden vapurla geçiyor ya da mutlaka onu gören bir yerlerde bulunmak istiyoruz.
Şehrin sıkışık trafiğinden ya da kalabalık sokaklarından deniz kenarına varmak ve denize bakmak bizi her zaman rahatlatıyor. Uzaklara bakabilmemizi sağlıyor. Uzaklara bakabilmek de iç dünyalarımıza bakabilmenin kapısını açarak bize alan sağlıyor. Deniz aynı zamanda hepimizin bildiği gibi değişken; halet-i ruhiyesi sürekli değişiyor.
Rengi, şekli, duygusu hatta kokusu dahi sürekli değişim halinde. Ancak deniz kendi kendine değişmiyor, havaya, rüzgâra ve koşullara göre değişiyor. Aynen bizlerin bu hayatın içinde dış etkenlere göre değiştiğimiz gibi.
Son soru da eski bir iş ile ilgili, ama en beğendiğim işle, Athena – Mücadele adlı işiniz. Arkeoloji benim de çalıştığım bir alan. Yapıtın Pergamon Müzesi ile ilişkisi üzerinden neler söylemek istersiniz?
2007 yılında Berlin’e bir seyahatim sırasında gezdiğim Pergamon Müzesinde Zeus altarındaki Athena kabartması beni çok etkiledi, uzun süre önünden ayrılamadım. Devlerle savaşan bir kadın, olduğu yerden kilometrelerce ötedeydi. Başı, kolları kırılmış ancak hala mücadele ediyor durumdaydı. O anda onun kırık parçalarını kendi bedenimle tamamlamak istedim. Belki de o benim eksik parçalarımı tamamladı. Gerçek rengi gri olan çalışmayı denizi çağrıştıran bir mavi ton ile renklendirdim. Bu iş 2009 yılında Berlin Akademie der Künste’deki “Next Wave İstanbul “ sergisinde sergilendi. Bu çalışmam “Athena” olarak serginin Alman küratörü Johannes Odenthal’in ricası ile sergi kataloğunun kapağında yer aldı.
Zaten bu çalışma diğer işlerimde olan pek çok unsuru bir arada barındırıyor.
Bir kadın olarak var olma mücadelesi, kendi bedeni kullanmam, yaşanan coğrafyanın izleri ve sanat tarihsel ögelerin işin içine girmesi gibi…