Anna Laudel bünyesinde açılan ve 16.İstanbul Bienali’ne paralel olarak düzenlenen İntergalaktik sergisini ziyaret ettik. Serginin küratörlüğünü üstlenen İpek Yeğinsü ve sergide yer alan sanatçılardan Meltem Sırtıkara ve Beyza Boynudelik ile bütün insanlığın cevabını sorduğu ‘Bizi nasıl bir son bekliyor?’ sorusuna yanıt aradık aynı zamanda keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Röportaj: Begüm Boztaş
Öncelikle Anna Laudel bünyesinde başlayan yeni serginiz İntergalaktik ile farkındalık yarattığınız için teşekkür ederiz. Günümüzün en önemli meselelerinden biri olan tüketim çağından, ütopik geleceğemize, bu çağda bizi bekleyenlere farklı açılardan bakmaya imkan sunmanız kesinlikle ses getirdi ve ziyaret eden herkesin ufkunu açtı.
Öncelikle kendinizden ve küratöryel pratiğinizden bahseder misiniz?
Tabii, Koç Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler lisans eğitimimin ardından yine Koç Üniversitesi’nde Anadolu Medeniyetleri ve Kültür Mirası Yönetimi Yüksek Lisans programını bitirdim. Devamında birçok kurumda Galeri ve Koleksiyon Direktörlüğü gibi çeşitli görevlerde yer aldım. Zaman içinde ilgi alanım daha kuramsal ve küratöryel olmaya başladı. Çalışmalarıma akademik anlamda devam etmek istedim ve Özyeğin Ünivesitesi’nde Yeni Medya Sanatı üzerine doktoraya başladım. Çalışma hayatıma aynı zamanda bağımsız küratör ve yazar olarak devam ediyorum.
Serginin adı ve kavramsal çerçevesi nasıl ortaya çıktı?
İlk etapta Beyza Boynudelik ve Meltem Sırtıkara ile birlikte bir şeyler yapma kararı aldık. Birçok konu üzerine uzun uzun konuştuk ve gördük ki hepimiz bu konuyla bir şekilde bağlantı kurmuşuz. Uzaya büyük ilgi duyuyorum. Örneğin dünya dışında yaşam formları varsa bunlar neye benziyor? Bana yaşam olmama şansı çok düşükmüş gibi geliyor açıkçası. Bizim tanımımıza uymayan, belki de algılarımızı aşan başka yaşam formları olabileceğini düşünüyorum. Beyza ve Meltem de evrendeki yerimizle ilgili çıkış noktalarına sahip olduklarından bu konuya daha çok eğilmeye karar verdik. İntergalaktik ismi de bana bu bağlamda çok kapsayıcı geldi. Galaksiler arası bir yolculuk olabilir; iletişim ağı olabilir; hatta yaşama dair farklı bir tavır olabilir. Bu tavrı teorize eden bir takım düşünürler, siyasetçiler, akademisyenler ortaya çıkmaya başladı. Birileri birtakım şeyleri öngörüyor ki bu gelişmeler yaşanıyor. Temel amacımız ise soru sormaktı; benzer sorulara ezberlediğimiz fütüristik yanıtları vermek yerine her sanatçı kavrama kendi penceresinden baksın, kendi öncelikli meselelerini tartışsın istedik. Üçümüz yola çıktıktan sonra diğer sanatçıları da davet etmeye başladım ve liste giderek büyüdü. Projeyi Anna Laudel’e sundum; çünkü projenin ölçeği ve yaklaşımı açısından çok uygundu.
Sergide on iki sanatçının resim, heykel, video, fotoğraf ve yeni medya gibi farklı disiplinlerden yapıtları yer alıyor. Sergide yer alacak sanatçıları nasıl seçtiniz ?
Onlarla uzun sohbetleri ve atölye ziyaretlerini kapsayan bir yıllık bir hazırlık süreci söz konusu. Tamamen temadan yola çıkan, ancak sanatçıları belli rotalar izlemeye zorlamayan, açık uçlu bir kurgu oldu. Zaten hepimizi ilgilendiren ve kuşak olarak paylaştığımız kaygılarla ilgili olduğundan, herkesin işleri birbirleriyle doğal bir şekilde diyalog kurdu. Bu noktada benim yaptığım bağlantıları daha belirgin hale getirmek ve mekandaki kurguyu oluşturmaktı. Küratöryel pratiğimi de sormuştunuz; güzel bir bağlantı oldu. Küratörün sanatçının ne yapacağına dair söyleminin sınırlı olması, ona daha fazla alan açması gerektiği kanısındayım.
Sanatçılar sergiye özel üretim mi yaptılar ?
Büyük bir kısmı evet. En erken tarihlisi, Ali Miharbi’nin Mars’ın Yüzleri adlı işi. 2010 tarihli ama bugüne dair çok şey söylüyor.
Üç kat halinde düzenlenen bir sergi kurgusu görüyoruz. Mekana özgü çalıştığınızı anlıyorum, eserleri gruplandırırken nelere dikkat ettiniz ?
Sergi mekânına girdiğiniz anda göz teması kurduğunuz ilk iş ve aynı bakış hattı üzerindeki işlerin birbirleriyle olan ilişkisi benim için çok önemli. Sergi gezme deneyimine sinematografik yaklaştığımı söyleyebilirim. Bu sergiye dönersek, giriş katı daha varoluşsal meselelerin ağırlıklı olduğu bir alanken, ikinci ve üçüncü katlarda bilgi üretimi, mitler ve ritüeller gibi biraz daha spesifik konular yer alıyor. Ana tema yukarıya çıktıkça daha somut alt başlıklara ayrılıyor.
Sergi aynı zamanda toplumumuzun, varlığını farklı gezegenlerde, hatta belki de galaksilerde devam ettirecek temsilcilerinin kimlik üretme biçimleri, birbirleriyle ve bu süreçte tanıştıkları diğer türlerle iletişim kurma yöntemleri üzerine önermeler içeriyor. Bilim ve teknoloji alanında inanılmaz bir hızla ilerliyoruz bu yol bizi şuan olduğumuz seviyenin kat kat üstüne taşıyabilirse ve tanımadığımız, bilmediğimiz gerçekliklerle yüzleştirirse, sosyo-kültürel benliğimiz bundan nasıl etkilenir ?
Bence tüm sanatçıların ortaya koyduğu esas mesele şu oldu: Biz kendi bilincimizi ve kendimizle olan ilişkimizi düzetemedikçe teknoloji ilerlese bile pek bir şey değişmeyecek. Doğa üzerinde tahakküm kurmaya çalışırsak, doğanın bir parçası olduğumuzun farkına varmazsak bizi iyi bir son beklemiyor. Önce doğanın bir parçası olduğumuzu kabul etmemiz lazım. Özellikle Aydınlanma Çağı’ndan itibaren modernite ile birlikte hep insan merkezli bir tavır sergilemişiz. Ama ne yazık ki bu tavır sadece tüketmeye odaklı ve teknolojik gelişmeler çoğunlukla bu tüketimi daha da artırmaya yönelik olarak kullanılıyor. Bu nedenle bulunduğumuz gezegenle olan ilişkimizi düzeltmemizin, ona saygılı olmayı öğrenmemizin, geleceğimiz adına yararlı olacağı görüşü sergideki temel söylemlerden biri.
16. İstanbul Bienali’ne paralel olarak düzenlenen bir sergi kurgusu görüyoruz. Bienal, Türkiye’de sanata bakış ve sanatın oluşturulmasındaki alanları da konuşmamıza neden oldu. Bir küratör olarak üstlendiğiniz rol hakkında neler düşünüyorsunuz?
Serginin bienalle eş zamanlı olması beni çok mutlu etti, çünkü birbiriyle çok paralel konular ve aralarında güzel bir diyalog kurulduğunu düşünüyorum. İnsanlık şu anda bir travma geçiriyor; doğayı yok ediyoruz, sürekli çöp üretiyoruz ve bunlarla ne yapacağımızı bilmiyoruz. Bienal günümüze ve dünyaya dair bir konuyu konuşuyor. Biz de bundan sonra neler olabileceğine odaklanıyoruz. Zaten geleceğe dair öngörüler üretirken aynı zamanda dünyanın güncel durumuna dair de birçok şey söylüyoruz. Geleceğe bakma ihtiyacımız bugünkü durumdan ötürü ortaya çıkıyor.
Bizi nasıl bir gelecek bekliyor?
İki seçeneğimiz var. Giderek daha bencil ve tüketici bir tür olarak yok olacağız. Diğer seçenek ise bilinçlenip her şeye sahip olma hırslarımızdan arınmak ve bir şeyleri düzeltmeye başlamak. Genç kuşaklarda bu anlamda yükselen bir farkındalık düzeyi görüyorum; Greta’nın ortaya çıkışının da gösterdiği gibi, sorumluluklarının bilincindeler ve bir şeyleri değiştirmek için çabalıyorlar. Umarım onların elinde güzel bir geleceğe doğru yola çıkarız.
Sergide yer alan sanatçılardan Meltem Sırtıkara ile röportajımıza devam ediyoruz.
Meltem Hanım, öncelikle kendinizden ve çalışmalarınızdan bahseder misiniz ? Hangi konulardan ilham alıyorsunuz ?
Marmara Üniversitesi Resim Bölümü mezunuyum. Mezun olduğumdan beri aktif olarak çalışıyorum. Şuana kadar üç solo sergi açtım. İntergalaktik sergisi öncesinde ikilemler, varoluş, bilinç genişlemesi gibi konular üzerine düşünüyordum .Benim ikinci düşünme biçimi olarak adlandırdığım konular üzerine çalışmalarımı devam ettiriyorum.
Türkiye’de kültür ve sanat alanında sorgulama pek yapılmıyor. Edebiyat ve sinemada da bu böyle. Siz sorgulama yaptığınızı düşünüyor musunuz ?
Tabii ki, varoluş üzerinden sorgulama yapıyorum. Kendi varoluş meselemle birlikte evrensel varoluş meselesi ve varoluştan sonra insanlık nasıl bir hayat sürecek gibi konularla ilgileniyorum.Bunu söylerken teknoloji karşıtı değilim ancak teknolojiyi bilincimizin yerine koymamalıyız. Uygarlık sürecekse başka yerde ya da varolduğum dünyada nasıl varolabilirim soruları benim için önemli.
İngergalaktik sergisi için yarattığınız çalışmalarda hangi yolu izlediniz ?
Diyalektik meselesi ve ikilemler üzerinden özgürlük ve kader gibi konulara vurgu yaptım. Dünyanın yuvarlak oluşu üzerindeki insan yaşamının düşünce biçiminin ne kadar çizgisel olduğunu ve nasıl yanılgıyla ilerlediğimizi vurgulamak istedim.
16. İstanbul Bienali’ne paralel olarak düzenlenen bir sergi kurgusu görüyoruz. Bienal, Türkiye’de sanata bakış ve sanatın oluşturulmasındaki alanları da konuşmamıza neden oluyor. Bir sanatçı olarak üstlendiğiniz rol hakkında neler düşünüyorsunüz ?
Benim için sanatın, bilimin bilinç genişlemesine yol açması gerekiyor.
Bilim ve teknoloji alanında inanılmaz bir hızla ilerliyoruz bu yol bizi şuan olduğumuz seviyenin kat kat üstüne taşıyabilirse ve tanımadığımız, bilmediğimiz gerçekliklerle yüzleştirirse, sosyo-kültürel benliğimiz bundan nasıl etkilenir ?
Bu sürecin metotları var. Ne yapılacağına dair birçok soru ve çözüm önerisi ortaya atılıyor. Biz belki de primitif kalacağız. İnsan varlığını sürdürmesi gerekiyorsa bilincini genişletmek zorunda bence. Hayatta neden var olduğunu ve her yaşta yeni bir amaçla ilerlemesi gerektiğinin farkına varmalı.Örneğin uzun yaşayan insanların hepsinin bir amacı var. O an mutlu olmak istediği bir hedefi var. Bunlar ilerlemek için birer neden aslında. En buyuk mesele anne ve babalarla ilgili, Çocuklar anne ve babalarının kimlikleriyle büyüyorlar ve kopyalanıyorlar. Ancak her insan kendi bireysel kimliğini bulmalı ve kopya yerine kendisi olma durumunun diyalektiğini çözmeli yani özgürlük ve kader meselesine değiniyorum.Bu noktaya eriştiğimizde sıçrama durumu gerçekleşiyor. Resimlerimde de bu efektler var. Bu durum aniden gelişen rastlantısallığa benzetiyorum. Katı ve sert bir tavırla bakmak yerine daha akışkan baktığımızda neler karşımıza çıkıyor…
Sergide yer alan sanatçılardan Beyza Boynudelik ile röportajımıza devam ediyoruz.
Öncelikle kendinizden ve çalışmalarınızdan bahseder misiniz ? Hangi konulardan ilham alıyorsunuz ?
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim Bölümü mezunuyum. Aynı şekilde Yüksek Lisans eğitimimi de orada yaptım. Doktora tezim için çalışmalarım devam ediyor. Genel olarak figüratif işlerle çalışmalarımı sürdürdüm. Bilinçaltında plastik olarak soyutlamalar yapsam da çoğunluk figüratif anlatımla ve figür üzerinden bugünün dünyasını, bugünün bireyini hatta kendi öz deneyimlerimi içeren bir takım işler serisi oluşturmaktayım. Bunlar kostümlü ve maskeli figürler olarak karşımıza çıkıyor. Kimlik meselesi, kendini toplumda var etme, aidiyet ve toplumsal/bireysel hafıza meseleleri son 10 yıldır işlerimde yer alıyor.Toplumsal tanımları avatarlar olarak kullanmak adına; kendini ifade etme, kendi kimliğini gizleme fikirlerinden yola çıkarak kostümlere ve maskelere yer veriyorum. Bir yandan fütüristik imgeler kullanıyor gibi görünsem de aslında bugünün dünyasıyla ilgili işler üretiyorum. Çalışmalarımın geneli bu yönde ortaya çıkıyor.
İngergalaktik sergisi için yarattığınız çalışmalarda hangi yolu izlediniz ?
Aslında İpek ile konuştuğumuzda ortaya çıkartacağım işleri neredeyse belirlemiştim. Bu medeniyeti başka bir galaksiye taşıdığımızda sonuç ne olurdu ? Yaşayabilir miydik ? gibi sorulara cevap arayacak nitelikte işler olmalıydı. Bugün, buraya dair anlattığım her şeyi, başka bir yerde de geçerliliği olarak anlatabileceğimi biliyordum. İnsanlık nereye giderse gitsin kendi özelliklerini, kendi hüküm sürme durumunu, doğaya hakim olma halini kısacası her şeyi yanında taşıyor. Ben de bu taşınma ve medeniyete hakim olma durumunu işledim.
Yola çıktığınız konu uygarlığımızı dünyanın ötesine taşıyıp hayatımızı orada sürdürmeyi başarırsak bizi nasıl bir geleceğin beklediği, peki bizi sizce nasıl bir gelecek bekliyor? Cevabı işlerinizde mi?
Kendi küçük tespitlerim var aslında bu konuda. Sürekli habitat yaratmaya çalışıyoruz ve sonra yarattığımız bu habitatı bozuyoruz. Sonunda işimize yaramayacak hale geliyor ve yeni habitatlar aramaya başlıyoruz. Sergide ‘’Habitat’’ adlı iki kağıt işim yer alıyor. Figürlerin ellerinde hayvanlar, arkalarında ise organik bir dünya yer alıyor. Aslında bu arka planlar bizim ihtiyacımızın olduğunu düşündüğüm alanları oluşturuyor. Bir yere taşınıp gitsek bile bu alanları arıyor olacağız. Şimdi de doğayla temas kuruyor ama aynı zamanda ona hükmediyoruz . Gravür ve heykellerimde heykellerim de birbirini destekleyen seri işler gibi düşünülebilir. Hepsi bir taraftan temas etmek, sahip olmak aidiyet, ama bir yandan hükmetmek ve aynı zamanda da bir yaşam alanı arayışı içindeler. İnsanın doğası bu şekilde işliyor. Benim yanıtım da bu durumlar üzerinden açıklanmış oluyor.
16. İstanbul Bienali’ne paralel olarak düzenlenen bir sergi kurgusu görüyoruz. Bienal, Türkiye’de sanata bakış ve sanatın oluşturulmasındaki alanları da konuşmamıza neden oldu. Bir sanatçı olarak üstlendiğiniz rol hakkında neler düşünüyorsunuz?
Biz sanatçılar da bu bütünün minör parçalarıyız bence. İpek bienalin konusunu bilmeden önce biz bunları konuşmaya başladık. Aslında ortak dertler ortak konuları doğuruyor diyebiliriz. Biz de farkındalık yaratmak istiyoruz Şu an yaptığımız röportaj bile bunun bir sonucunu yaratmış durumda. Konuları gündeme getirmek üzerine devam eden bir sürecin parçaları oluyoruz böylece.
Türkiye’de kültür ve sanat alanında sorgulama pek yapılmıyor. Edebiyat ve sinemada da bu böyle. Siz sorgulama yaptığınızı düşünüyor musunuz ?
Dediğiniz gibi toplum olarak bir şeyleri konuşuyoruz, anlatıyoruz ama sorgulamıyoruz. Ben ironi üzerinden çok çalışıyorum. Kendimce rahatsız olduğum haberlerden onlarla ilgili küçük detayları, izleyenin çoğunlukla farkettiği konuları alıntılıyorum. Beni yaralayan konuların üzerinden gidiyorum. Hayvanlara ve doğaya yapılan müdahaleleri, kadının toplumsal hayattaki yerini, kişisel hak ve özgürlüklerimiz hakkındaki meseleleri ve bunlar gibi bana dokunan bir çok konuyu bireysel deneyimlerimi de dahil ederek kendi penceremden anlatıyorum.
Başka bir ülkede sanatçı olsaydım dediğiniz oldu mu hiç?
Bulunduğumuz coğrafya malzemesi maalesef bol olan bir yer. Ben de burada doğdum ve bunlarla besleniyorum. Şikayet ettiğim, memnun olduğum her şey burada. Bu ülkede yaşıyorsam katkı sağlamam gereken yerin de burası olduğunu düşünüyorum. Başka bir yere gitsem de burada yaptıklarımı, yaşadıklarımı taşıyacağım. Bu nedenle burada üretiyor olmaktan mutluyum.
Sergide yer alan çalışmalardan kesitler;