Röportaj: Derya Kutsal
1 – Nejat Satı’yı kendi cümleleriyle tanımak isteriz. Kimdir Nejat Satı ?
1982 doğumlu. Darbe dönemlerine denk gelmiş, eski Türkiye’yi tanımış. Bu konuda şanslı bir jenerasyonda büyümüş ve kendi yaşamına yön verilmesini sağlayan bir ailesi olan bence şanslı bir “ressam” diyebilirim.
2 – Sanatla olan ilişkiniz nasıl başladı ? Bu yolda size ışık ve ilham olan değerler var mı ?
Annem. Yani bana iki seçenek sunmuştu. Oğlum ya sanat ile uğraşacaksın yada askeri okula gideceksin demiştir. Tembeldim biraz eğitim konusunda. Bunu söyleyince 2 ayda hazırlandım güzel sanatlara. Başarıp girdik 9 Eylül Üniversitesi’ne diyebilirim. Sonrasında da hep çok destek olmuştur. Hayatımı sanattan kazanmama inandığını düşündüğü için hep bu yolda destek olmuştur demek isterim. Çünkü ben ne yaparsam onunla hayatımı sürdürmeyi isteyen biriyim. Yani bana resim konusunda ilk inanan destekleyen izleyicimdir kendisi…
3 – İlham aldığınız ustalar, kendinizi yakın gördüğünüz sanatçılar kimlerdir ?
Açıkçası bana ilham verdi bu sanatçılar diyemem. İzlemekten zevk aldığım sanatçılar vardır. Belki bilinçaltımda izleri olmuştur. Ama ben resim seyretmeyi sevmişimdir. Geçen birisi demişti “Fontana’ya doğru gidiyor resminiz sanki” ondan öncede “Rothko gibi” diyen sığ düşüncelerde olmuştur toplumda. Sonuç olarak çok sanat izlemeyen ama konuşan bir toplumuz.
Ben bu konuda Anselm Kiefer, Richter gibi 2. Dünya Savaşı sonrasında alman sanatını ciddi zorlayan ve tarihi ile yüzleşen sanatçıları çok sevmişimdir. Savaş sonrası abd ye göç etmiş ismini sayamayacağım çok iyi sanatçılar var elbetteki. Ama bu bahsettiğim isim etmiş alman sanatçılar ciddi olarak sanatı ve hayatı işlerinde iz bırakarak işlemişlerdir benim için. Buy üzden bu isimler benim sanatta yön bulmam, arayışlarımı ne konularda yapmam gerektim konusunda fikir vermiştir…
4 – Sanatınızın ilk evresinde ve şuanki durumunda ne gibi farklar var. Malzeme, teknik ve tema açısından gelişiminizi dinlemek isteriz.
Ben akademiden mezun olunca sanatla 3-4 yıl uğraşmadım. İzmir sevgiyolunda takı tezgahı açmıştım. Jean Dubuffet in felsefesini izledim belkide. İşleri gibi… şöyle bir düşüncesi vardır. Dubuffet, akademik sanat eğitimi almış olmasına rağmen bunun gerçek sanat olmadığını, çocukların ve akıl hastalarının yaptığı ham sanatın gerçek sanat olduğunu fikir edinmiştir. Elbette okulda çok şey öğrendim. Çok iyi akademisyenlere denk geldim. Ama yaratıcı düşünce akademide oluşmuyor bence. Orası teknik becerini geliştirmeni ve sanatı daha iyi tanımanı sağlıyor.
Çok şeyle uğraştım. Fotoğraf, video, estalasyon. Sonra kendimi tanımlamada resime yöneldim. Ama ona kavramsal bir materyal katmalıydım. Son yüz yılı düşününce petrolün yükselişi dünyanın kaderini çizmiştir. Bu yüzden plastik bir malzeme arayışına girdim. Jell medyumları kullandım. Resmi “plastikleştirdim” 15 yıl geçti. İmzam oldu diyebilirim bu malzeme için. İlerde farklı malzemelere geçer miyim bilmiyorum. Ama her anlatım biçimimde bu malzemeyi kullanmam aslında hikayelerimi ve konularımı seçmemde bir sınır tanımamamı sağladı.
5 – Bu sene 18. Contemporary’e hangi eserinizle katıldınız, eserin hikayesi nedir ? Bir serinin parçası mı ?
Evet ilk defa farklı serilerimi tek bir potada topladım diyebilirim. Sanırım bunca resim çalışmasından sonra artık ona daha “kavramsal” bir müdahalede bulunmamı sağladı. “In god we trust” diye adlandırdığım bir seriye başladım. Ülkede ki ve dünyadaki finansal güvenilirliğin meta durumunu eleştirmek istedim belkide. Yani altın.
İki farklı kitch ifade vardır bence. Birisi bilinçsizce güzel olduğunu sanma. Diğeri bilinçli olarak “kitch” estetiğini kullanmak. Tabiki ben ikinci düşüncedeyim. Ama tahmin etmediğim derecede resimlere hissiyatımı oldukça da estetik hissettirmesi oldu bendeki sonucu.
6 – Bir eserin yaratım süreci sancılı olur derler. Sizin için de öyle midir ? Bir çalışma disiplininiz var mıdır ?
Sancılı tabiki. Doğum sancısı mı bilemiyorum. Kadın olmadığım için bilemem. Ama kafa ağrısı mide krampları yaşadığım oldu. Altına imza attığın bir üretim var. Doğal olarak adımları sağlam basmalı insan anlatımını şekillendirirken.
Ama bende spontane gitmiştir. Hayatın akışı yön verdirdi hep çalışmalarıma. Planlamadım. Aklıma geldi, gördüm sonra yorumladım. Strüktür mesela doğa izlenimciliği serilerimden. Elbette renk tercihi ve işlerin yavaş yavaş sertleşmesi dönüşüm yarattı… ama melankoli ve nefs serisi şiddetin benim gözümde topumun bir parçası olarak yön bulmuş halidir… zor yani. İpte yürür gibi sanatla uğraşmak. Ama ben kendime “ressam” diyorum uzun zamandır. Çünkü dağılmak çok düşündürüyor. İnsan yoruluyor. Sonuçta ifade aracını netleştirirsen o sancının büyük kısmını alıyorsun bedeninden…
7 – Türkiye’de galerilerin, fuarların, müzelerin durumunu nasıl buluyorsunuz ? Gençler sanat piyasasında nasıl ayakta kalabilir ? Genç sanatçılara neler söylemek istersiniz
Mevlananın çok güzel bir sözü vardır “söz insanın ağzından çıkıncaya kadar insanın esiri iken, ağızdan çıktıktan sonra insan sözün esiri olmaktadır” doğal olarak değişen toplumsal değerler, bunların ekonomik yansımaların gün ve gün değiştiği bir ortamda hiç bir genç sanatçıya doğru, yanlış, iyi, kötü ve çirkin diyemem…
Galericilik zor bir meslek. Eğer işini düst yapıyorsan. 15 sene içerisinde benim gördüğüm bu.
Bu sistem doğru ellerde değerlenirse Türkiye sanatı ve sanatçısı uluslararası anlamda değer bulur. Çünkü herkesin elini taşın altına koyup çabalaması yani görev paylaşımı yapması önemli. Profesyonellik bunu gerektirir. Elbette sanat olarak göremeyeceğimiz işlerin ön plana çıktığı bir dönem yaşıyoruz. Ekran koruyucusu estetiğinde çok şey değer görüyor. Ben ilizyon diyorum buna. Sırf burası için değil. Dünyada böyle. Ama resim ile sanat ile uğraşmak kolay değil. Hikayen yoksa anlatamazsın. Hikayen yoksa spontane görsel zevklere verir kendini sanatçı. Aslında dur tuşu vardır ekran koruyucusunda. Ne yazıkki hala bu konuda zayıf sanat izleyicisi. Çünkü onlarda haklı olarak bu illüzyonu yaşamak istiyorlar. Video art mesela. İzlemesi çok zor bir sanat dalıdır. İnsanlar odaya girer çıkar hemen. Çünkü konusu var. İllüzyonu yoktur. Yapıldığı gibi izleyici içinde emek ister. Ne yazıkki bu çok geniş bir tartışma konusu… Çölde gezmek gibi. Bu konuda çalkantılı bir süreç dünya için…
Müze konusu oldukça zor. Çok iyi şekilde sanat toplayıp bunu sergileyen bireysel çabalar var. Ama fuar “kıtlığı” var ne yazık ki. Çeşitlilik şart. Bu yüzden “in god we trust” serisini yaptım belki de. Sanat ile para ilişkisi çok çetrefilli bence. Çünkü işin sonunda demin dediğim gibi. Galericilik zor. Ekmeğini paylaşmazsan iş dünya standartında gitmez. Hep söylenir her sene şu kadar ressam mezun oluyor. Ama 2005 yılında açıldı ilk “sanat yönetimi” bölümü. Kaç sanat yöneticisi ve eleştirmeni var? Haklarını alabiliyorlar mı? Zor bir dönem.
Akademide hocam Ramazan Bayrakoğlu’nun ilk derse girer girmez söylediği acı ama doğru bir söz vardı. “Siz 20 kişisiniz. Ama aranızdan belkide sadece bir kişi sanatından kazanıp hayatını sürdürecek. Geri kalanınız ya akademisyen olacak ya da başka mesleklerle uğraşacak” bu sözü hep bilinç altımda tutmuşumdur…