Anna Laudel Galeri pandemi koşullarına uygun olarak düzenlediği sergi programlarına devam ederken, geçtiğimiz yıl gerçekleştirdiği ve “Echos” başlığı altında İstanbul’da bir araya getirdiği Mathias Hornung ve Onur Hastürk’ün kişisel sergilerini ziyaret etme fırsatı bulduk. İslam sanatının modern batı sanatıyla buluşmasını yeni eserlerini ilk defa sergileyecek olan sanatçılardan dinledik.
Röportaj: Begüm Boztaş
Onur Hastürk ile başlıyoruz.
- Anna Laudel İstanbul’daki ilk kişisel serginizi “Asimilasyon” ile yapmak neler hissettiriyor?
Gerçekten kelimelerle tarif edemeyeceğim kadar muhteşem bir heyecan ve duygu. İlk günden itibaren çok güzel dönüşler aldım, serginin öncesindeki hazırlık aşaması kadar sergi sürecindeki etkileşim de çok kıymetli benim için. Sergi bu Cuma günü sona erecek ama bu süreçten aldığım motivasyonla en yakın zamanda yeni eserlerle tekrar sanatseverlerle buluşmak istiyorum.
- İslam sanatı ve modern batı sanatı arasındaki sentezi “Asimilasyon”’da nasıl görüyoruz?
Matisse’in 1910 yılında Münih’te, Ernst Kühnel tarafından düzenlenen “İslam Sanatının Şaheserleri” sergisini ziyaretinin ardından uzun süre çalışmalarında da tesiri altında kaldığı bu sergi sonrasında, düşünce ve duygularını ifade ettiği şu sözler sergimin çıkış noktasını oluşturdu:
“Doğu Minyatürleri, beni benim için mümkün olan duyu algılamalarının bütün biçimlerinin farkına varmamı sağladılar. […] Bu minyatürlerde kullanılan resim türü ile bu sanat büyük ve gerçekten kendine has bir alanı ifade etmektedir. Bu da benim taklitçi resimden kurtulmama yardımcı olmuştur.” (Goethe Enstitüsünde düzenlenen “Modern Sanatta İslam Estetiği” başlıklı sempozyumun 2005 Aralık tarihinde yayımlanan bildiriler kitabından, sf. 42-43).
Doğu ve İslam Sanatını, oryantalizm’den çıkış noktası ve üreteceği eserlerinde yeni bir nefes kabul eder Matisse. Seçtiği güçlü renkler, serbest ve aceleci bir tavırla vurulmuş fırça darbeleri ve Doğu kültürünün izlerini taşıyan kurgu sahnelerini yeni bir sanat diline uyarlayışı ile Henri Matisse, özellikle de 1910 – 1929 yılları arasında “Odalisque“ ( Türkçe kökenli Odalık) adını verdiği elli civarında yağlıboya resim çalışmaları ile beni kendine çeken sanatçıların başında oldu.
Doğu sanatından feyz alarak, Batı’da yeni bir dönem açan ve zihnimde kıvılcımlar çakmasına sebep olan Matisse, bende bu resimleri kendi kültür ve geleneklerimin etkileşimiyle birlikte yeniden “asimile” etme arzusu oluşturdu.
- Sergideki üretimlerin üç ayrı seride sunulduğunu görüyoruz, “Matisse’e Saygı”, ”Warhol’a Saygı” ve ”Klasik Mintatürler”. Bu serilerde bizleri ne gibi işler bekliyor?
Sanat, yüzyıllardır Doğu – Batı etkileşimiyle kültürlerarası bir tesirle içinde yaşadığımız çağa ulaşmıştır ve tüm bu etkileşimler içerisinde Matisse ve Warhol gibi öncü sanatçılar, sanata ve sanat anlayışına yön veren yeni dünyalar yaratmışlardır. Sergimin ana konsepti Matisse ve Warhol gibi Batı Sanatı’na yön veren sanatçıların çalışmalarına referans vermek etrafında gelişiyor. Matisse’in “Odalisque” resimlerinden bir kısmını Türk minyatür sanatıyla yeniden yorumladım ve Warhol’un “A Gold Book” eseriyle de altın figürlerine referanslar veren çalışmalar ürettim. Sonucunda güncel sanatta klasik minyatürün görünürlük kazandığı çalışmalar ortaya çıktı.
Tüm bu çalışmalar bana üzerinde yoğun düşünce imkanı ve disiplinler arası geçiş fırsatı tanıdı. Üretim sürecime, referans aldığım sanatçıların hayatlarını, eserlerini inceleyerek ve detaylı araştırmalar yaparak başladım. Ardından Doğu’dan Batı’ya uzanan bir kültürlerarası çizgide bu eserlerin benim zihnimde birbirleriyle yarattığı etkileşimi ve bağlarını analiz ettim. Böylece birbirinden farklı zamanlardaki sanatçılar arasındaki o görünmez iplerle eserlerin birbirine nasıl bağlı olduğunu tasvir etmeye çalıştım.
Mathias Hornung ile devam ediyoruz.
- İstanbul’daki ilk kişisel serginizi Anna Laudel’de “Defragmentology” ile yapmak neler hissettiriyor? Ve hem gördüğünüz ilgi hem de sergilediğiniz seçki açısından bakarsak Düsseldorf’taki serginizle buradaki arasında nasıl bir fark görüyorsunuz?
Eserlerimin tekrardan Anna Laudel’de, özellikle İstanbul’da, yer alması çok heyecan verici. Tam bir sene önce Anna Laudel’in Düsseldorf’taki galerisinde büyük bir kişisel sergim gerçekleşmişti ve Art Karlsruhe fuarında eserlerimle yer almıştım. Düsseldorf’taki kişisel sergimde büyük boyutlardaki duvar rölyeflerinin, heykellerin ve ahşap baskıların yer aldığı 40’a yakın eser sergileniyordu. Şu an İstanbul’da yer alan sergimde ise eserlerimi özetleyebilecek ve üç gruba ayırabileceğimiz işler yer alıyor: ‘Digital Melt’ rölyefleri, tartan desenler ve yatay, dikey çizgilerin oluşturduğu ızgara formatındaki şekiller.
Bu seneki sergilerimiz için maalesef Onur Hastürk’le birlikte bir açılış gerçekleştiremedik. Fakat serginin yansımalarını Anna Laudel ekibi ile yakından takip ettim. Sergiye gelen ziyaretçilerin sosyal medya kanallarından bana ulaşmaları beni şaşırtırken bir yandan da çok mutlu etti.
- “Defragmentology”’i yaratma fikri nasıl ortaya çıktı?
‘Defragmentology’ sergisinin fikri uzun süren erozyon, parçalama ve yıkım üzerine gerçekleştirdiğim çalışmalar sonrası ortaya çıktı. Öte yandan eserlerimde hava şartları önemli bir rol oynadı. Tamamına yakınını dışarıda ürettiğim eserlerin oluşum sürecine bazen sıcak hava, bazen soğuk rüzgar, güneş ve yağmur gibi doğa unsurlarını da dahil ediyorum. Yüzeylerin tahrip olması ve renk değiştirmesi, eserin kompozisyonunu kalıcı olarak değiştiriyor ve ortaya çıkan yeni görsel beraberinde farklı sorgulamalara yol açıyor. Böylece, gravür üzerindeki hareketler sürekli olarak kendini yenileyerek, farklı yorumlara açık hale geliyor.
- Serginin anahtar noktalarından bahsedebilir misiniz?
‘Defragmentology’de çoğunlukla, dijital veya teknik erozyon hakkında olan eserlerim sergileniyor. Erozyonun gerçekleştiği nokta, yüzeyin hasar görmemiş alanına erişmek için yeni bir kapı açıyor, bu da eserde yeni bir katman oluşturuyor. Sanırım bütün eserlerimde anahtar nokta bu eski tahrip edilmiş alanları kaldırarak yeni katman oluşturmak oluyor.
Sergide yer alan iki tartan rölyef, doğanın ta kendisi olan topografi ile insan yapımı linear sistemi bir araya getiriyor. Dinamik topografi şekilleri, ‘ızgara’ olarak adlandırdığımız linear çizgilerle yumuşatılarak bir araya gelmesiyle kafa karıştırmayacak, hesaplanabilir ve tahmin edilebilir bir şekil alıyor.