İlk uzun metraj filmi Nebula ile 71. Locarno Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülünü alan Tarık Aktaş, çocukluğundan itibaren doğayla kurduğu ilişkinin kariyerini nasıl şekillendirdiğini Artkolik okurları için anlattı.
Röportaj: Gökçe Günaydın
Kendinizden biraz bahsedebilir misiniz? Almanya’da doğduğunuzu biliyorum. Bu durum sinemaya olan ilgilinizin şekillenmesinde nasıl bir rol oynadı?
Almanya’nın bir köyünde doğup büyüdüm. Yaklaşık 10-11 yıl Almanya’da yaşadıktan sonra Türkiye’ye kesin dönüş yaptık. Orada geçirdiğim sürenin sinema yapmamla çok ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Fakat “Nebula” özelinde konuşacak olursak köy hayatı dolayısıyla doğaya yönelik bir ilgim var. Coğrafi doku, bitki örtüsü, kültür tamamen farklı bile olsa doğa her yerde aynı doğa. Doğduğum yerde arkadaşlarımla ormana kaçıp gitmek veya bir derede saatlerce vakit geçirmek gibi aktivitelerde bulunduğum bir çocukluk geçirdiğimden, doğaya olan ilgim küçük yaşta başlamış oldu.
İlk gittiğiniz ya da izlediğiniz filmi hatırlıyor musunuz?
Sinemada ilk izlediğim filmi hatırlamıyorum. Fakat çocukken izlediğim filmler genelde çizgi roman uyarlaması filmlerdi. Çizgi roman okumayı da çok seviyordum. Çizgi romandan uyarlama filmleri izlemeyi de çok seviyordum. Fakat ilk defa “sinema iyi bir şeymiş” dediğim film “Big Lebowski” oldu. Üniversite sınavına girmeden bir gece önce televizyonda yayınlanmıştı. Sınav öncesi biraz dikkatimi dağıtmak için televizyon izliyordum. Saat 22.00 gibi başlamıştı. Amacım biraz izleyip uyumaktı. Fakat filmden çok etkilendim ve yaklaşık 02.00 civarı başlayan tekrarını da izledim. Üstelik çok önemli bir geceydi. Sanki hayatta o sınav dışında başka bir şey yokmuş gibi koşullandığımız bir dönemdi. Sonunda 3-4 saatlik bir uykuyla sınava girmiş oldum.
Peki sınavın sonucu ne oldu ?
Ben yüksek puanlar alan bir öğrenciydim. Beklenenden düşük aldım haliyle. Fakat zaten bunun öncesinde de önemli bir motivasyon kaybı yaşadım. Ben biyolog olmak istiyordum. Çocukluğumda başlayan doğaya yönelik ilgim hep devam etti. Ortaokulda da lisede de hep biyoloji okumak istediğimi biliyordum. Sınav yaklaştıkça hocalarımın baskısı olmaya başladı. Ailemle de “Tarık yüksek puanlar alıyor. Biyoloji daha düşük puanlı bir bölüm.” gibi şeyler konuşmuşlardı. O dönem çok sevdiğim bir biyoloji öğretmenim vardı. Bana “Biyoloji okuyunca öğretmen olacaksın. Mimarlık, mühendislik ya da tıp oku.” demişti.
Öğretmenlerin de hayalleri öldüren tavırları olabiliyor. Biyoloji okuyan biri sadece öğretmen olmak zorunda değil aslında.
Bizim ailede bir akademisyen olsa ve bana “Lisans oku, yüksek lisans yap ve yurtdışına git.” dese farklı olabilirdi. Bizim ailede üniversite okuyan ilk kişiyim ben. Dolayısıyla öğretmenlerin sözü çok kıymetli. Haliyle süreç bu yönde ilerledi. Ben hiçbir şeyi bir kayıp olarak görmüyorum. Memnunum halimden.
Geldiğiniz noktaya bakıldığında belli ki bir kayıp değil.
Sonra peyzaj mimarlığı okudum.
Yine bir şekilde doğayla ilişki kurmuş oldunuz.
Evet. Dersler zaten botanikle alakalıydı. Mimarlıkla alakalı çizim derslerini de severdim. Fakat okula sürüne sürüne giderdim. Sonra ev arkadaşımın fotoğraf makinesi ve video kamerasıyla haşır neşir olmaya başladım. Bir şeyler çekmek çok hoşuma gitmeye başladı ve bir şeyler üretmeye başladım. Sonra yetenek sınavlarına hazırlandım. Yetenek sınavına girdiğimde birçok öğrenciye göre benim elimde hatırı sayılır bir portfolyo vardı. Dolayısıyla bir okula kabul edilmem kolay oldu. Güzel sanatlara girdim. 4 yıl fotoğraf video okudum. O sırada çok fazla video-art yaptım. Çok sayıda kısa filmlerim de var. Kısa film uzun metraja götüren bir yoldur. Filmlerim de çok fazla festivale gitti fakat ben o dönem uzun metraj düşünmedim. Lisansın sonuna doğru evime bir hırsız girdi. Fotoğraf makinemi, kameramı ve bilgisayarımı aldı. Çalışmalarımın hepsi benim elimden uçtu. Sadece 1-2 tane yedeklediğim çalışmam kalmıştı. Dolayısıyla geçmiş çalışmalarımdan bahsedemiyorum.
Son dönem üzerinde çalıştığınız “Supersensible” isimli multimedya sergi fikri nasıl oluştu?
Nebula’nın hazırlık sürecinde yapmak istediğim çok fazla fikir geliyordu aklıma. Mesela film yaparken siz hazırlık aşamasını kafanızda bitirmiş olsanız bile bütçeyle ilgili onay süreçleri çok uzun sürüyor. Sabır gerektiren bir süreç. Ben de bu süreçte film diline uyarlayamayacağım fikirlerimi “Basiret” adını verdiğim video-art çalışmamla başlayarak başka işlere dönüştürdüm. Bu işleri bir multimedya sergisi olarak film festivaline denk getirmek istiyorduk. Fakat yaşadığımız bir dizi aksilik sebebiyle biraz geç kaldık. Projeyi daha sonraki bir zamana erteledik. Aslında benim yapmaya daha alışık olduğum fakat insanların çok fazla bilmediği işler bu sergide olacak.
Uzun metraj çekme kararını nasıl verdiniz?
Sezgisel bir durumdu. Kişisel bir takım okumalar yapıyordum. Bireyin, benliğin gelişimine yönelik bildungsroman denilen oluşum romanı türünde okumalar yaptım ve bu tür benim çok hoşuma gitmeye başladı. Rilke, James Joyce, Herman Hesse gibi isimleri okuyunca ve bu türün kaynağını araştırmaya başlayınca İbn Tüfeyl isminde Endülüslü bir İslam düşünürünün bu türde yazılmış ilk kaynağın sahibi olduğunu gördüm. Hay bin Yakzan isimli eser çok ilgimi çekti ve hemen kitabı edindim. Okuduktan sonra filmin şekillenme sürecinde çok etkili oldu. Çünkü diğerlerine kıyasla en büyük farkı, insan doğasının gelişimini doğaya paralel bir şekilde anlatıyordu. Sonra bu konuyu etraflıca çalışmaya başladım. Filme doğrudan uyarlayabileceğim bir şey değildi. İnanılmaz alegorik bir hikayeydi. Ben bunu günümüze ve coğrafyamıza uyarlamış oldum.
Peki yönetmenliğe giden süreçte etkilendiğiniz yönetmenler oldu mu yoksa yönetme isteğiniz de sezgisel miydi?
Yönetme isteği çok sonradan oluştu bende. Kısa film için de aynı şeyi söyleyebilirim. Çok küçük ekiplerle çalıştığım için her şey çok bireyseldi benim açımdan. Kamerayı alıp güzel bir şey üretebilirsiniz. Bir ekibi bir arada tutmak için neler yapılması gerektiğini bu filmde deneyimledim diyebilirim. Etkilenme konusuna gelirsek, sinemaya olan yaklaşımı etkileyen şey Bresson filmlerini izlememden sonra oldu. Çünkü onun filmlerinde sinema dilinin nasıl bir şey olduğunu insan gerçekten çok iyi anlayabilir. Benim için de öyle oldu. Fakat bu filmin estetiğini ve doğaya olan yaklaşımını oluştururken daha çok ressam Cezanne’dan etkilendim.
Cezanne doğaya yaklaşımı bakımından çağdaşlarından farklı düşünen bir ressamdı. Filmi izlediğimde sizin de bir yönetmen olarak doğaya bakış açınızda alışılmışın dışında bir yaklaşım görüyorum.
Doğayla ilgili, doğayı çalışacak bir film yapıyorum ve doğayla çalışmış bir ressamın, çok teknik bir düzeyde onun doğaya yaklaşımının sinemada nasıl uygulanabileceği üzerine düşündüm. Beni geliştiren de buydu işte. Doğaya dair bir şeyler öğrendim. Sanatın kendisine ve estetiğe dair bir şeyler öğrendim. Cezanne’ı okurken geliştim ben. Film yapısını bozmadan bunu bir film diline nasıl aktarabileceğimi düşünüdüm. Bu anlamda benim için geliştirici oldu.
Peki Nebula’nın hem sizin kafanızdaki hem de fiziksel hazırlık aşaması ne kadar sürdü?
Kafamdaki hazırlık sürecinin süresi biraz muğlak. Çünkü onu bana bıraksanız hala devam ediyor diyebilirim. Tamamen kendi doğamı tanımak adına giriştiğim bir çabanın sonucu olarak çıktı ortaya. Hangi ara bir filme dönüştü onu gerçekten bilmiyorum. Fakat bir yerden sonra tabii ki bir film olarak üzerinde çalışmaya başladım. Benim için yazma eyleminin kendisi çok kısa sürüyor. Senaryoyu ben hem ders verdiğim hem de proje danışmanlığı yaptığım çok yoğun bir dönemde 4 hafta sonu yani 8 gün üzerinde çalışarak yazdım. Çok sistematik bir şekilde çalışıyorum ben. İskeletini çıkarttıktan sonra gerisi benim için çok kolay oluyor. Tabii her filmde olduğu gibi bütçenin beklendiği bir dönem oluyor. Bu kesinleştikten sonra da storyboard’la çalıştım. Filmde gördüğünüz her kare önceden çizilip belirlendi. Çizimleri kendim tamamladım. Sonrasında 3,5 hafta gibi kısa bir sürede 20-25 kişilik bir ekiple filmi çektik. Filmin mizansenleri oldukça zor. Örneğin dere çekiminde derenin karşı tarafına insanları geçirmek için tek yol derenin içinden geçmek. Bu da belli güvenlik önlemleri almayı gerektiriyor. Yapımcı, uygulayıcı yapımcı ve tüm ekip arkadaşlarım oldukça özverili çalıştılar.
Oyuncu seçimi nasıl oldu?
Çok kısa sürdü. Profesyonel oyuncularla çalışsam mı diye düşündüm. Fakat en başından beri oyuncu olmayan insanlarla çalışacağımı biliyordum. Oyunculuk bölümü olan bir güzel sanatlar fakültesinden mezunum. Fakat kısa filmlerimde de hiçbir zaman oyuncularla çalışmadım. Nebula’nın oyuncularını belirlemek için bir hafta sonu Bursa’ya gittim. Tesadüflere kendimi bırakarak ve insanlarla tanışarak tamamen akışa kendimi bırakarak bütün castı oluşturdum.
Filmde doğayla insanın ilişkisini izlerken bu ilişkiyi o doğanın, o coğrafyanın insanından izlemek seyirci açısından da oldukça etkili bir tercih olmuş. Doğayla insanın ilişkisi tarih boyunca felsefeye de sanata da konu olmuştur. Fakat hangi disipline konu olursa olsun bu ilişki her zaman o coğrafya üzerinden ilerlemiştir. Dolayısıyla farklı bölgelerde farklılıklar gösteren bir ilişki söz konusu. Siz bu filmi Bursa’da çektiniz ve Bursalı insanlarla çektiniz. Senaryo ve yapım aşamasında sizin kafanızda belli bir coğrafya var mıydı?
Nereyi daha iyi biliyorsam filmi de orada çekmeliydim. Filmi çektiğim yer annemin köyü olduğu için en iyi bildiğim yerde çekmek istedim. Farklı bir coğrayada olsaydım aynı filmi yine yapabilirdim ama mizansenler bambaşka olurdu. Çünkü bizi büyüten bu doğa, bizim sahip olduğumuz birçok davranışı da bize veriyor. Nebula’nın doğaya sadece arka plan olarak bakmaması ve doğa anlatımın bir parçası haline getirmesi filmi evrensel kılıyor. Bu sebepten birçok uluslararası festivalde karşılık buldu.
Filmi izledikten sonra şöyle düşündüm: Doğayla insanın ilişkisini ele alan görsel disiplinlerde doğa genellikle insana üstün gelen, yüce bir temsil kazanır. Nebula’da ise doğa ve insan eşit konumda ele alınmış. Çok doğal bir akış var.
Ben hepimizi aynı şey olarak görüyorum. Hepsine o bütünü oluşturan eşit parçalar olarak bakıyorum. İnsan daha baskın olduğunu düşündüğünde o bütünlük zarar görüyor. İnsan öyle düşünmese bile gezegendeki hareketliliği ve etkinliği üstünlük kurmaya yönelik bir etkinlik. Suyun katı, gaz ve sıvı hali vardır ya aynen o şekilde bitkilerin, insanların ve hayvanların, diğer bütün varlıkların da aynı şeyin farklı halleri olduklarına inanıyorum.
Nebula özelinde konuşacak olursak, filmde doğayla eşit bir ilişki içinde olan insan, yaşadığı kültürle bir mücadele halinde gibi.
İnsanın insanlık halinden dolayı üretmek zorunda olduğu her şey, kurumlar, kullandığı teknolojiler, ürettiği kültürler, bunların tamamı var bu filmde. Çünkü insanın doğasını anlatıp da bunları yok sayamayız.
Nebula, uluslararası festivallerin programlarında yer aldı ve 71. Lacarno Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü aldınız. Bu süreci bize biraz anlatır mısınız?
Köprüde Buluşmalar’da Locarno Film Festivali’nin bir temsilcisi ile tanıştık. Normalde oldukça uzun süren görüşmeler olurken bizim görüşmemiz çok kısa sürdü. Hikayeyi ve yapmak istediğimiz konsepti anladığını söyledi. İsmi de çok beğendi. İletişimde kalabilmemiz için mail adresini iletti. Daha sonra çeşitli sosyal ortamlarda karşılaştık ve yazışmalarımız başladı. Temsilci ile tanışmadan önce de Locarno bizim için önemliydi. Biz hiçbir zaman bu filmle Cannes’a ya da Berlin’e başvurmayı düşünmedik. Locarno’ya yollamayı amaçlamıştık ve bunu başardık. Bu çok büyük bir tatmin ve mutluluktu bizim için. Ödülü almamız, jüriyle tanışmamız ve onların filmi beğenmiş olması ise ayaklarımızı yerden kesti diyebilirim. Locarno yeni yönetmenlerin keşif alanı olduğu için prestijli bir festival. Orda filmi izleyen birçok festival, yapımcımız Güneş Şekeroğlu ile iletişime geçti ve hızla diğer festivallerde yer almaya başladık. Bu anlamda sonuçlarından çok memnunuz. Basın da filme çok ilgi gösterdi. Bunu beklemiyorduk çünkü normalde filmleri temsil eden ajanslar olur. Bizim hiç kimsemiz yoktu. Her şeyi Güneş kendisi üstleniyordu. Birebir kurulan iletişimlerle filmi major festivallerde gezdirebildik. Gittiği yerlerde film hakkında güzel yazılar da çıktı. Türkiye’de nasıl bir karşılık bulacağını merak ediyorduk. İstanbul Film Festivali’nde “Seyfi Teoman En İyi İlk Film” ödülünü almak iyi bir başlangıç oldu.
Film vizyona girdi. Festivallerde büyük başarı yakalayan film için vizyon beklentiniz nedir?
Neredeyse bir beklentim yok! Filmi izlemek isteyen insanlar olduğunu biliyorum. Onlara izletebilmek için film dağıtıma giriyor. Çünkü bu işe biraz gerçekçi bakıyoruz. Son zamanlarda genel olarak oldukça kötü gişe rakamları görüyoruz. Film yapan birinin gişeyi dert etmesi gerekiyor. Sonuç olarak filmi dağıtıma sokup bir gelir etmeyi amaçlıyorsunuz. Biz de böyle düşünüyoruz ama hal böyleyken de büyük bir beklentiye girmek bizi en fazla üzer. Bunun çözümünün nerede yattığını gerçekten bilmiyorum. Bir taraftan hatırı sayılır bir festival takipçisi var. Fakat festivallerde erkenden bilet alabilmek için sıraya giren izleyiciler vizyona giren filme çok fazla ilgi göstermiyorlar. Nebula benim ilk filmim olduğu için bu durumları çok fazla bilmiyorum henüz. Bu konuda daha anlamlı şeyler söyleyebilecek daha deneyimli insanlar var.
Genelin beklentisine göre hareket etmediğinizi söyleyebilir miyiz ? Ne ölçüde özgür davrandınız bu süreçte?
Sadece anlatmak istediğim etkiyi uyandırabilecek şey neyse ben onu merkeze alıyorum. Bunun herkes adına daha faydalı olduğunu düşünüyorum. Hem kendim için, hem o iş için hem de daha sonra onu izleyecek olan insanlar için. Tüm zorluklarına rağmen yapılması gereken şeyin bu olduğuna inanıyorum. Sadece sinemanın değil, sanatın özgür olabileceğimiz alanlardan biri olduğuna inanıyorum. Özgün olarak, biricik bir şekilde kendinizi ifade edebildiğiniz bir alan. Kaygılarımı bir kenara bırakacak olursak ben bu yoldan başka bir yol bilmiyorum zaten. Elimde anlatmak istediğim bir kavram bir içerik olacak ve ben ona en uygun biçimsel formun peşine düşeceğim. Ben bu yol dışında başka bir şey bilmiyorum. Kısa filmlerim ve video-art çalışmalarım da böyleydi. Bundan sonra yapacaklarım da böyle olacak. Bu aynı biçimde filmler yapacağım anlamına gelmiyor. Benzer içeriklerle filmler üreteceğim anlamına gelmiyor. Ama yöntem olarak ben bunu kullanacağım.