Cam sanatçısı Felekşan Onar’ın yazar ve küratör Arie Amaya-Akkermans ile çok disiplinli bir iş birliği içinde gerçekleştirdiği “Ütopyadan Sonra: Kuşlar” başlıklı solo sergisi Sadberk Hanım Müzesi’nde ziyarete açıldı. Müzede yer alan ilk çağdaş sergisi olan “Ütopyadan Sonra: Kuşlar”, Sadberk Hanım Müzesi koleksiyonundan seçilmiş eserlerle diyaloğa giren bir dizi yeni cam heykel, kısa filme dönüştürülmüş çağdaş bir oyun, ve sanatçı ile küratör tarafından iki yıl boyunca yürütülen araştırma sürecini detaylandıran bir monografi.
Ütopyadan Sonra: Kuşlar sergisini sanatçı Felekşan Onar, Sadberk Hanım Müzesi Müdürü Hülya Bilgi ve küratör Arie Amaya Akkermans ile konuştuk.
Röportaj: Gökçe Günaydın
Ekonomi eğitimizin ardından finans alanında başarılı bir kariyer inşa ettiniz. Sanat ile yolunuz nasıl kesişti?
İzleyici olarak sanata ilgim özellikle de cam sanatına ilgim hep vardı. Lise yıllarımda cam boyamaya başlamıştım. Hatta bu pratiğin sadece yapmayı sevdiğim bir hobi olmadığını bana iyi gelen bir pratik olduğunu o dönemde fark etmiştim. İlerleyen senelerde hep sanat ve tasarım için gezen gören bir hayatım oldu ki finans ve endüstriyel çalışma kariyerimin beni tatmin eden bir yol olmadığını fark edip durana kadar. Durduğum yerde kendimi cam objeler tasarlarken buldum. Bir müddet bu konuda kendime imkân verip araştırma yapmaya karar ettim ki bu dönemde tasarımlarımı hayata geçirmenin yolunun bil fiil kendim yaparak olduğunu fark ettim. Akabinde de Cam Ocağı ile başlayan bir eğitim programını kendime planladım. Ondan sonrası da sanat yoğun bir çalışma ve yaşam şekli oldu benim için.
Cama olan tutkunuz ve kuşlarla bağınızın hikayesini sizden dinlemek isteriz.
İlk cam boyamaya başladığımda camın geçirgenliğinin beni çok cezbettiğini fark ettim. Bir taraftan da çok narin ama o kadar da sağlam olması sanki kendimle özleştirdiğim özellikler oldu. Paşabahçe’den aldığım düz şeffaf bir buzluğa dal üstünde iki serçe kuş boyadığımı ve bunu anneanneme hediye ettiğimi hatırlıyorum. Sanat çalışmalarım benim genelde soyut çalışmalar olmakla birlikte her zaman doğa ve hayvanlardan özellikle renk konusunda etkilenmişimdir. ‘Perched’ adlı eserimin ortaya çıktığı sancılı dönemde Berlin’de idim. İfade etmek istediğim yersizlik, yurtsuzluk hissiyatını ne şekilde ortaya koyacağımı düşünürken seneler evvel okuduğum bir kitap içine düştü. Louise de Bernieres’in ‘Kanatsız Kuşlar’ kitabı. Louise orda kuş metaforunu çok iyi kullanmıştı. Burdan yola çıkarak ‘Perched’ eserim için önce 41 ama daha sonra 99 adede tamamlamak üzere kanatları kapalı kuşlar yapmaya başladım. Tünemiş kuşlar. Kanatları var ama gidecekleri yer yok.
Sadberk Hanım Müzesi ve Arie Amaya-Akkermans ile birlikte çalışmaya nasıl karar verdiniz? Yollarınız nasıl kesişti?
Perched’ eserim 2017’den önce Bergama Müzesi, sonra Victoria & Albert Müzesi ve son olarak da Dresden Devlet Müze’sinde sergilenerek sahiden hayalimin üstünde bir yolculuk yapmıştı. Ama gönlümde onu bir de kendi memleketinde göstermek vardı. İşte bu etapta Arie ile bir araya geldi. ‘Perched’ ü Türkiye’de nasıl gösterebiliriz diye konuşmaya başladık. Ben Arie’yi daha önceden de tanıyordum ama biz tekrar benle ‘Diken’ için röportaj yapan Menekşe Gülben Çapan bir araya getirdi. Onun yönlendirmesi ile ilk bir araya gelmemizden sonra üst üste yaptığımız birkaç toplantı sonrası fark ettik ki ‘Perched’ü olduğu gibi tekrar göstermektense farklı bir formatta göstermek doğru olacak idi. Bunu anladığımız tarih 2020’nin ilk ayları idi. Pandemi başlamıştı. O tarihten sonra yaptığımız çalışmalarda adım adım ilerlerken ‘Ütopyadan Sonra: Kuşlar’ ortaya çıktı. ‘Perched’ün parçası olduğu ama farklı bir proje.
Ütopyadan Sonra: Kuşlar başlıklı serginiz ile izleyici arasında nasıl bir bağ kurmayı hedefliyorsunuz. Bu serginin sizin sanatsal ve içsel yolculuğunuzdaki yerinden bahsedebilir misiniz?
Bu sergi ile izleyiciyi bir diyaloğun içine davet ediyoruz. Seyredenin kendini işin parçası hissettiği bir sergi bu. Sadece izlemek ile kalmayıp dinliyor; okuyor ve muhtemelen araştırıyor. Ve çok geniş eksende bunu yapıyor. Kuşların mitoloji ve edebiyatta yerinden, mübadeleye, Karamanlılara ve oradan da aidiyet ve benlik araştırmasına kadar gidebilecek bir diyalog bu. Benim için de böyle oldu. Tarihte bahsi az geçen ve bu sebeple bizler tarafından hikayeleri fazla bilenmeyen Karamanlı Ortodoks Türklerin mübadeleye dahil edilme hikayelerini anlatırken, kendimi felsefi bir çalışma içinde buldum. Yaptığım okumalar ve bunlar üzerinde Arie ile yaptığımız çalışmalar benim için de yepyeni bir pencere açtı. Kendimi bildim bileli lisana meraklıyım ve yeni lisan öğrenmek benim için bir hobi. Karamanlıların Türkçeyi Grek alfabesi ile yazması benim çok ilgimi çekti. Ve bu sebeple Yunanca öğrenmeye başladım. Alfabenin nasıl bir sınır, limit olabileceğini gördüm. Ne kadar enteresan ki bulunduğumuz coğrafyada Latin alfabesi kullanan bir tek biziz. Din ve dil çağlar boyunca insan topluluklarını ayrıştırmış. Bu sergi çalışması ile tekrar bu konulara geri döndüm. Üzerlerinde düşünüp sorgulama imkânı buldum.
Hülya Bilgi – Sanat Tarihçisi, Sadberk Hanım Müzesi Müdürü
Anadolu Uygarlıkları ve arkeolojik kalıntılara dair çok zengin ve değerli bir koleksiyona ev sahipliği yapan Sadberk Hanım Müzesi’nde çağdaş sanat eserlerinden oluşan bir sergi yapma fikri nasıl ortaya çıktı?
H.B.: Ziyaretçiye zamansız bir seçki sunan bu serginin ilk tohumları Felekşan Onar’ın teklifiyle atıldı. Daha önce Victoria & Albert Müzesi’ndeki Perched yerleştirmesi sayesinde işleriyle tanıştığım Felekşan Onar, ortak bir sergi fikriyle bana geldiğinde çok heyecanlandım; zira Londra’da Felekşan’ın cam işlerini gördüğümde hem heykellerin fiziksel varoluşlarından; renklerinden, ışığı yansıtmalarından, formlarından, hem de kanatsız formlarına eşlik eden öyküden, üst anlatısından çok etkilenmiştim. Göç sorununun bu kadar dünya gündemini işgal ettiği bu dönemde sanatçının bu duyarlılığına kayıtsız kalabilmek mümkün değil. Diğer taraftan en başından beri bunu bağlamdan bağımsız bir çağdaş yerleştirme olarak da görmedik. Felekşan’ın kuşları aynı zamanda Fenike ve Roma’dan başlayıp Erken İslam ve Osmanlı camlarına varana kadar geniş bir seçkiye sahip koleksiyonla da hem malzeme ve teknik hem de müzenin metanaratifiyle anlamsal bir bütünlük oluşturuyor. Haliyle bu birliktelik en başından beri tüm ekibi çok heyecanlandırdı ve işe koyulduk. Sonuç olarak çağdaş ve antiği birleştiren bir eser seçkisiyle birlikte drama ve literatürü bir araya getiren multidisipliner, ziyaretçiye hem estetik hem düşünsel bir ziyafet sunan bir sergi projesi ortaya çıktı.
Sadberk Hanım Müzesi’nde yer alacak olan bu sergi ileride de müzede çağdaş sanat sergileri yapılabileceğinin bir göstergesi diyebilir miyiz?
H.B.: Sadberk Hanım Müzesi’nin koleksiyonu 20.000’i aşkın eseriyle Anadolu’da var olmuş olan uygarlıkları Neolitik çağlardan başlayarak modern Cumhuriyet tarihine kadar kesintisiz bir kronoloji ile temsil ediyor. Bu bir müze için, özellikle özel bir müze için muazzam bir nitelik. Müze ekibi olarak önceliğimiz bu koleksiyonu gelecek kuşaklar için muhafaza etmek ve halkın ilgisine sunmak olsa da vizyonumuz ve üst anlatımız doğrultusunda gerek farklı müze iş birlikleri gerek akademik araştırmalarla koleksiyonumuzu yeni yorumlamalara ve okumalara da açmaya gayret gösteriyoruz. Felekşan Onar’la yaptığımız iş birliği bunun güzel bir örneği oldu. Onar’ın koleksiyonumuza gösterdiği ilgi, yaklaşımı ve heyecanı bizleri bu tür ahenkli yeni iş birliklerine teşvik ediyor. Büyük çaplı çağdaş yerleştirmelere alan açma konusunda içinde bulunduğumuz tarihi yapının fiziksel kısıtları nedeniyle daha çekimser davransak da imkânlarımız ölçüsünde çağdaşa alan açacağımızı söyleyebilirim.
Diğer taraftan tarihi yalı müzemizin fiziksel koşulları yalnızca çağdaş sanatçılarla iş birliklerimizi değil, çağdaş müzeciliğin öncelediği faaliyetleri istediğimiz düzeyde sürdürmemizi de zorlaştırıyor. Bu ihtiyaca binaen projelendirdiğimiz daha merkezi ve donanımlı bir kampüse taşınma çalışmalarımız devam ediyor. Dünya çapında tanınırlığı olan uluslararası mimari ve sergi mimarisi firmaları ve kültür kurumları danışmanlarıyla geliştirdiğimiz iş birliğiyle kurguladığımız yeni kampüsümüz, büyük çaplı gezici sergilere, çağdaş sanat iş birliklerine, çağlar ve medeniyetler arası diyalog kuran sergilere ve sanat müdahalelerine imkân tanıyacak.
Sergide yer alan eserler ile müze koleksiyonunda yer alan eserler arasında nasıl bir bağ kurmalıyız?
H.B.: Müze koleksiyonunda yer alan eserlerin her biri bambaşka yerlerde ve zamanlarda, bambaşka medeniyetlerle şekil bulmuş, nihayetinde onlara kucak açan son yuvaları Sadberk Hanım Müzesi’nde geçirdikleri zamanların tanıklığını yapmaktalar. Tıpkı Felekşan’ın kuşları ve anlatmaya çalıştıkları hikayeleri gibi aslında bizim eserlerimizin hikayesi de bir göç belki de bir eve dönüş hikayesi. Müze koleksiyonu cam sanatının en erken örneklerinden; Fenike camlarından tutun da Roma, Selçuklu, Osmanlı camlarına kadar geniş bir seçki yer alıyor. Dolayısıyla Onar’ın kuşları yalnızca anlatılarıyla değil, kadim yapım teknikleriyle de koleksiyonla diyalog halinde. Kuşlar; odağında oldukları antik eserlerin çevrelediği sergi salonunda yer alan filmle ve monologla bir araya gelince zaten ziyaretçiyi kendiliğinden bu diyaloğun içine çekiyor. Çağdaş ve kadimin bu birlikteliği sergiye yalnızca sofistike bir katman eklemekle kalmayıp aynı zamanda arkeolojik ve etnografik eserleri yeni yorumlama pratiklerine de açıyor; multi-disipliner çalışmalar için ilham yaratıyor. Haliyle sergiyi gören her ziyaretçinin farklı biçim ve düzeylerde kendilerine özgü yöntemlerle sergiyi içselleştirip farklı bağlar kuracaklarını düşünüyorum.
Arie Amaya-Akkermans – Yazar, Küratör
Uzun yıllar Beyrut ile Moskova’da yaşadıktan sonra İstanbul’a yerleştiniz. Sizi biraz tanıyabilir miyiz? İstanbul’da bir sanat profesyoneli olarak çalışmak nasıl bir deneyim?
A.A.: Aslında İstanbul’a yerleştim mi, yoksa birileri gerçekten yerleşebildi mi bilmiyorum. Ancak burası her zaman dünyanın ortasında yaşamak isteyen insanlar için bir üs, Avrupa’nın sınırları ve Ortadoğu’nun kargaşası arasında belirsiz bir gri alan olmuştur. Ancak Doğu ve Batı arasındaki bu görüş genel olarak bir kurgu, ayna ve tamamen hayal ürünü olmuştur, sınırın kendisi gibi. Sanırım sergide göstermeyi istediğimiz kısımlardan biri de bu. İstanbul’da sanat profesyoneli olmak insanların yurt dışında ya da seyahat ederken hayal ettiği şekilde değil: sanat sahnesi bu mega-şehrin büyüklüğüne kıyasla gerçekten oldukça küçük. Ancak aynı zamanda da oldukça tanıdık bir atmosfere sahip; birkaç yıl içerisinde herkesi tanımış oluyorsun, onlar da seni tanıyorlar. Dolayısıyla sanat dünyası burada öteki şehirler gibi kalıplaşmış değil, kendiliğindenlik hissi ile bir şeyler yapılabilir ya da bir şeylere tamamen sıfırdan başlanabilir. Ancak gene de çokça sınırlılık bulunmakta; her şey aynı anda hem mümkün hem de mümkün değil.
Felekşan Onar ile çalışmak nasıl bir süreçti? Bu serginin sizin sanat kariyeriniz içindeki yerinden bahsedebilir misiniz?
A.A.: Pandemi kısıtlamaları arasında Felekşan Onar ile çalışmak oldukça büyük bir sürprizdi çünkü o zamanlar dünyanın bize tamamen kapalı olduğu bir zamandı ve sonra aniden bu muazzam projeyi bir dereceye kadar Dünya’nın kumu üzerinde inşa etmeye başladık. Uygulayıp uygulayamayacağımızı, nereye ve nasıl varıp varamayacağımızı bilmeden. Dolayısıyla birlikte yaptığımız işte bir dayanıklılık unsuru da vardı. Belki de henüz bu serginin benim sanat kariyerimdeki yerini konuşmak için çok erken, çünkü bunca karşıtlık, ekonomik stres ve baskı altındaki Dünya’da ‘kariyerin’ nasıl görüneceğini hayal etmek bile zor ama yine de: benim antik dillerde geçmişim var ve son 4 yıldır arkeoloji hakkında araştırma yapıyorum ve bu nedenle her zaman bir arkeoloji müzesinin koleksiyonu ile çalışmak istemişimdir. Şimdi bitti ve belki de tekrar yapmayı isterim, ancak bu çalışmanın gerçekte ne anlama geldiğini düşünmek için birkaç yıla ihtiyacım var.
Serginin başlığından yola çıkarak sormak isterim. Sizce ütopyalar mümkün müdür?
A.A.: Sergiyle ilgili çalışmam, ütopyaların kesinlikle mümkün olmadığı varsayımıyla başlıyor, ancak bunun kişinin iyimser olup olmamasıyla bir ilgisi yok- değilim; ütopyanın bütün tarihsel biçimlerinin sonsuz derecede şiddetli ve yıkıcı olması 20. yüzyıldaki modern politik deneyimin sonucudur. Ütopyanın inkarı ile ilgili sorun, yaşamlarımızı ve dünyamızı iyileştirmek için bize çok az şey bırakmasıdır. Dolayısıyla bir yerden değişim geleceğine inanmak zorunda kalıyoruz, ancak ben 2000lerin başında eğitmenim olan Agnes Heller gibi ütopyaların insandan gelebileceğine inanıyorum. Doğuştan gelmez ancak belli değerler, tutumlar, değişimlerle gelişir; esasen edep sorununu din ahlakı olarak değil özgürlüğümüzü korumamıza yardımcı olan düzgün seçimler yapma yeteneği olarak ele almaktadır. Oyun, aslen dünyayı değiştirmek isteyenlerin büyük ve gerekli görüşü ile bunun bizden başladığını bilenlerin bilgeliği arasındaki mücadeledir.