Bir yansıma… Farklı bir yüz… Başka bir beden… Aynı bakışlar… Bir gün uyandığınızı ve kendi iradeniz dışında farklı bir bedenin içine hapsolmuş olduğunuzu düşünün. Böyle bir senaryoda, hiç kuşkusuz, hisleriniz tarif edilemez bir kaosun boşluğunda süzülecektir.
Dış gerçeklikten psikolojiye, yüzeysellikten derinliğe, Almodovar filmleriyle ilgili her şey sıradanlıktan sıyrılarak sıra dışı olanın bir parçası haline geliyor. Thierry Jonquet’in Tarantula (1984) adlı eserinden esinlenerek beyazperdeye uyarlanan The Skin I Live In (2011) de, Almodavar sinemasının bu özelliğinden payını almayı başarmış bir yapım. Çılgın bir bilim insanının, öngörülen bilimle neler yapabileceğini adım adım izlediğimiz filmde, aynı zamanda cinsiyete ve cinselliğe dair bir çok göndermeye rastlamak mümkün.
Film genel olarak intikam duygusundan beslenen bir cerrahın keşfedilmemiş sulara yelken açışıyla başlıyor. Sosyal hayatımızda ve özel hayatımızda her birimizin taktığı farklı maskeler vardır. İşten eve geldiğimizde ya da evden işe giderken bu farklı maskeleri takar, farklı kimliklere bürünürüz. The Skin I Live In usta bir şekilde, sakladığımız ya da ifşa ettiğimiz yönlerimize değiniyor ve daha da önemlisi, doğduğumuz yüzün, kişiliğimizi oluşturan bütüne ne kadar büyük bir katkıda bulunduğunu anlamamıza yardım ediyor. Başka bir bakış açısından bakıldığında, The Skin I Live In’in hikayesinin merkezinde “değişim” yer alıyor. Başta Vera’nın (Elena Anaya) bedensel değişimi olmak üzere İster Robert Ledger’ın (Antonio Banderas) bir bilim insanından bir işkenceciye dönüşümü olsun ister Marillia’nın (Marisa Paredes) şefkatli bir anneden bir suç ortağına dönüşümü olsun, hikaye değişim merkezinin etrafında dönen bir sarmalın içinde yer alıyor.
Filmde yüzlerin de ayrı bir önemi var. Ledgard, Vera’yı sadece izlemekle kalmıyor, gözlem yapabilmesine imkan sağlayan kamera üzerinden dilediği an Vera’nın yüzüne zoom yapabiliyor ve bu şekilde, bir anlamda, kendi yaratımının imgesiyle ruhani bir yüzleşmenin eşiğine adım atıyor. Ledgar gözlem halindeyken, Vera’nın bakışları John Berger’in bir sözünü getiriyor akıllara “ Erkekler kadınlara bakar. Kadınlar ise kendilerini bakılırken izler.” Film “Bu şekilde mi doğduk, yoksa sonradan bir yaratımın parçası mıyız?” sorusunu usta dönemeçlerle işlemeyi başarıyor. Ledgar’ın Vera’yı izleyişi, izleyicide, sanki evin duvarlarında yer alan nü tablolardan birine bakıyor hissi uyandırıyor.
Birkaç tür içine bürünmüş filmi, varoluşu sorgulayan bir gizem, melodram özellikleri taşıyan bir gerilim ve medikal bir korku filmi olarak tanımlamak da mümkün. Almodovar, ustaca yerleştirdiği ipuçlarıyla senaryoyu dikkatli bir şekilde inşa ediyor. Yeni karakterler hikayeye girdikçe, kompleks bir yapının izleri belirginleştikçe, tıpkı domino taşı örneğinde olduğu gibi, tüm senaryonun yıkılıp parçalara ayrılacağı anlar olduğunu hissettiğiniz zamanlar da olmuyor değil. Fakat buna rağmen, filmin Almodovar’ın gücünün doruklarına ulaştığı bir yapım olduğunu belirtmek çok da yanlış olmayacaktır. Antonio Banderas ve Elena Anaya’nın sergilediği performans, Almodovar’ın ustalığıyla birleştiğinde derinizin altına işleyecek türde bir yapım ortaya çıkıyor.
Yazar: Eren SAMANCIOĞLU