“Hayatımda iki büyük kaza geçirdim; biri Diego’ydu ve diğerinde ise bir tren az daha beni öldürüyordu. Diego kesinlikle çok daha yıkıcıydı.” Dinmeksizin yaşanan, iliklere kadar işleyen fiziki bir acının ötesine geçen soyut bir duygudan; aşktan bahsediyoruz değil mi? İşte bu, Meksikalı ressam Frida’nın tüm hayatının küçük bir özeti.
6 yaşında geçirdiği çocuk felci sonucu bir ayağı sakat kalan Frida, 18 yaşında yaşadığı tren kazası sonrasında ise 32 ameliyat geçirmek zorunda kalmış ve artık omurgası ile sağ bacağında hiç dinmeyen bir acı ile yaşamaya mahkum olmuştur. Sonunda ise sakat olan ayağı tamamen kesilmişti. Yaşadığı acılardan kaçmak için başlamıştı daha sonra onu tanımamızı sağlayan tablolarına. Ve belki de, başka bir kaçış yolu olarak gördüğü, 22 yaşındayken büyük bir aşkla evlendiği Diego ile tanıştıktan sonra acı bu kez hayatına farklı kostümlerle girmeye başlamıştı.
Diego Rivera yüksek hayal gücü ve takdir toplayan eserlerinin yanı sıra sanat dünyasının çapkın devi olarak anılan bir ressam iken, Frida’nın mektuplarında bahsettiği “yeni dönem acılar”ın ne anama geldiğini fark etmek zor değil. Diego’nun dünyaya karşı takındığı protest tavrı, aşka ve sadakate karşı da sürdürüyordu. Ve neticesinde “fil ile güvercinin evliliği” olarak anılan bu ilişkinin tam orta yerinde sadakatsiz bir eş, fırtınası dinmeyen bir evlilik yer alıyordu.
Frida’nın 143 eserinin 55’i otoportresinden olu- şuyor ve bunu da yalnızlığına bağlıyordu. Hayatının büyük bir kısmını yatağına mahkum olarak geçirdiği için, yatağının başında büyük bir ayna bulunuyordu ve kendisini bu aynadan izleyerek çiziyordu. Gecelerin ve gündüzlerin celladı ola- rak tanımladığı bu ayna ve içinde sürekli izlediği kendi yansıması onu, Picasso’ya bile “ Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz.” dedirtecek kadar iyi hale getirdi. Eserlerine bakaraki onu sürrealist olarak tanımlayanları haklı bulamayacak kadar gerçek acılardan oluşan bir yaşamı varken, aynı acıların hayal gücünü de beslemesi kaçınılmaz tabii.. Bu sebeple reddetti “sürrealist” yorumlarını. Çünkü resimleri acı, kesin ve bir o kadar da keskin gerçekliği yansıtıyordu. “Ben sürrealist değilim. Hayallerin resmini yapmıyorum, resimlerimde gerçekleri yansıtıyorum.”
Diego’nun yaptığı en ağır şey, Frida’yı kız karde- şiyle aldatması olmuştu. Frida tüm bu acıları ve hayatına olan kötü etkilerini hayatının gerçekliği olarak kabullenmişti. 2 kez hamile kalıp, hayatı boyunca çocuk sahibi olamayışını Henry Ford Hastanesi tablosunda anlatmıştı. Otoportrelerindeki her ayrıntıyı kelimelere dökmek yerine, çizmeyi tercih ettiği bir parçası aslında hayatının. Hayata tutunmasına güç veren bu yeteneğine, ülkesi Meksika’ya olduğu kadar bağlıydı. Meksika’da açtığı kişisel sergisine gitme isteği doktorları tarafından reddedilip, yataktan çıkmasına izin verilmeyince, işçilerin yardımıyla kendisini yatağı ile birlikte sergisine taşıttırmıştı.
Frida’nın ağrıları arttıkça, resimleri de kaotikleşmeye ve daha dağınık bir hale gelmeye başlıyordu. Resimlerinde sıklıkla, Meksika kültürel öğelerine ve devrimci kişiliğini yansıtacak ayrıntılara yer veriyordu. Yüzüne yerleşmiş acı dolu ifadenin yanı sıra, otoportrelerinde tüm bunlara rağmen nasıl güçlü durabildiğini de ayrıntılara taşıyordu. Ölmeden önce yaptığı son resmine verdiği isimle dahi, meydan okudu son kez yaşama: “Yaşasın Yaşam”. Bir veda cümlesi için fazlasıyla hayat dolu. Tablosunda da, mis gibi hayat kokan kan kırmızısı karpuzları çizdi.
Frida, yaşadığı acılarla düşmenin ve her kalkışın- dan sonra yeni bir dalganın geldiğini fark etse de, pes etmemenin asıl güç olduğunu simgeliyor aslında. Hayata tutunduğu koltuk değnekleri, fırçası ve büyük aşkı kimi zaman engel kimi zamansa güç oldu onun için. Tüm otoportrelerinde gördü- ğümüz o gözlerindeki o hüzün, aynı zamanda yaşam için duyduğu tutkuyu da tetiklemekten geri kalmadı.
Yaşam bize kaoslarının içinde küçük detaylara gizlediği güzellikleri sunmaya her zaman devam ediyor. Kendimizi en güçlü hissettiğimiz anlar, şüphesiz bu detayları fark ettiğimizde ona kendi dünyamızdan eklediğimiz ayrıntılarla, daha da güzelleştirerek geri verdiğimizi fark ettiğimiz zamanlar. Bir ağaç gibi, toprak ve su gibi. Fırtınalar ve tüm afetlerin ardından akmaya, büyümeye ve dinlenilecek bir parça gölge vermeye devam etmekti asıl yaşamak. Almaktan çok vermek, en çok da direnmekti güçlü kalabilmek.
Yazar: İrem ÖZTÜRK