İnsanın kendine has kokusu, bedeninin gizli bir parçası, varlığının bir belirtisi… Çocukken hayranlıkla izlediğiniz birinin kokusunu hala hatırlıyor musunuz? Ya da paketini açtığınız an etrafı saran çikolata kokusunu ?
“Kokuların öyle bir inandırıcılığı vardır ki, sözden, gözle görmekten, duygudan iradeden daha güçlüdür.”
On sekizinci yüzyıl Fransa’sında geçen bu roman, sizi kokuların gizemli ve büyüleyici dünyasına götürmekle kalmıyor; parfümün oluşum sürecindeki ayrıntıları damla damla sizlere aktarıyor. Gübre kokan caddelerden, nemli yorganlara, mezbahalardaki pıhtılaşmış kan kokusundan çürümüş tahta kokan merdivenlere, son derece gerçekçi anlatımıyla, burnunuzun etrafında beliren bir koku yelpazesiyle başlıyor roman.
O dönemin koku gerçeği,günümüz parfümcülüğünden uzak, bitkinin ruhunu işleyerek, özel yöntemlerden geçerilerek saf özlerden hazırlanıyor. Tamamen doğal olan ve doğanın gücünü, yaşamın titreşimlerini yansıtmakta olduğu için bu kadar etkili ve kalıcı oluyor ve insanın zihninden çıkmıyor.
Ahlaksal değerlerde etkin bir rolü olan kokular, insan belleğinin de en kalıcı izlerinden biridir. Neye göre kokuları sınıflandırabiliriz? Kötü koku kaynakları her zaman ötekileştirilmeye mahkum mudur? Güzel kokan her şey doğanın bir parçası iken, pis kokmaya başlayınca neden cezalandırılırlar? Çoğu duygudan daha güçlü olmasının sebebi de budur, insanın bilinçaltına işler koku, etkili olduğu maddeyle, kişiyle veya yerle özdeşleşir ve onun tanımı olur.
Kolayca unutulmaz, hatırlandıkça buram buram size kokar.“Çünkü insanlar büyüğe karşı, korkunca, güzele karşı gözlerini yumabiliyor, ezgilere ya da gönül çelici sözlere kulaklarını tıkayabiliyorlardı. Ama kokudan kaçamıyorlardı. Çünkü koku, soluğun kardeşiydi.Onunla birlikte insanların içine giriyordu, yaşamak istiyorlarsa karşı duramıyorlardı. Hem de tam orta yerlerine giriyordu, doğrudan kalplerine ve orada akla karayı ayırır gibi ayırıyordu ilgiyle aşağılamayı, iğrentiyle zevki, aşkla nefreti.Kokulara egemen olan, insanın kalbine egemen olurdu.”
Dünyaya gözlerini kapamak, derin bir karanlığa hapsolmak her zaman en korkuncu gibi gelse de, insanın sahip olduğu, kendine has ve saf kokusunu içine çekememesi, hep biraz eksik, biraz silik kalmasının ne kadar zor olduğunu düşündünüz mü?
Jean Baptiste Grenouille, en ağırından en kuytuda kalanına kadar, üstün koku alma yetisiyle tüm kokuları alabilen, aldıkça onların derinine inen ve indikçe onları yaşayarken, tek alamadığı kendi kokusudur. Bu yarım kalmışlık, onu kendinden geçirip tutkularının peşine sürüklerken bir yandan da katile dönüştüren bir arayıştır.Bir çok toplumsal kuralı ortadan kaldıran bir sonra sahip bu roman, herkesi şaşırtan, düşünmeye, sorgulamaya, sorguladıkça da mantıksal değerlerden uzaklaştıran sonuyla, bence edebiyat tarihinde de farklı bir yere sahiptir.
“Paranın ya da şiddetin ya da ölümün gücünden büyük bir güçtü elindeki: insanlarda sevgi uyandırmanın yenilmez gücü. Yalnız bir şeye yetmiyordu bu güç: Kendi kendisinin kokusunu almasını sağlamıyordu. O zaman da , isterse bütün dünyaya karşı parfümü sayesinde Tanrı gözüksün, kendi kendini koklayamadıktan, onun için de kim olduğunu asla bilmeyecek olduktan sonra, hiçbir şey umurunda değildi, ne dünya ne kendisi ne parfümü.
Yazar: Duygu ÖZDEMİR