“Sinema salonundan, bir ayyaş gibi uyuşmuş, şoke olmuş ve konuşamaz bir şekilde ayrıldım. Filmin adeta dolaşım sistemimdeki akışını ve gümbürdeyişini hissedebiliyordum”
Bu sözler 1949 yılında ilk kez bir Bergman filmi izleyen, The Silence’ın ünlü aktörü Gunnel Lindblom’a ait. Bergman, 50’nin üzerinde film yazıp yönetmesine ve 50’li yılların sonundan itibaren 20 yıl boyunca “art-house” kültürüne katkısıyla hak ettiği övgüleri almasına rağmen, bugün bir sinema öğrencisi tarafından yalnızca Seventh Seal (1957) ya da Will Strawberries (1957) filmleriyle tanınıyor. Bu durum bir bakıma üzücüdür çünkü Bergman’ı kült yönetmenler arasına sokan en önemli yapıtlarını 60’lı yıllarda görebiliriz. Bu yıllarda hayata geçirdiği filmlerde, modernizmin izlerini tüm çıplaklığıyla hissetmek mümkündür. Yönetmenin, şahsına münhasır modernist keşifleri, özellikle mesleğindeki kişiselliğinin en güçlü olduğu eserlerinde daha yoğun olarak ortaya çıkar. Eserlerinde bize kim olduğumuzu, diğerleriyle nasıl yaşadığımızı sorgulatmış ve bunu yaparken alıştığımız her türlü genel geçer duvarı kırmayı başarmıştır. Sonu gelmeyen yakın çekimler, Bergman Sineması’nın tematik anahtarıdır. Bu yöntem özneyi izleyicinin görebildiği, düşünebildiği ve hissedebildiği bir varlığa dönüştürür; göz, saç, et ve kemik kalıncaya kadar…
Bahsettiğim gibi, Bergman Sineması’nın olgunluğa ulaştığı dönem 60’lardır. İsveçli akademisyen Mikael Timm, Bergman’ın bu dönemdeki işlerinden ‘’Bergman bir yönetmen olarak olgunlaştıkça, var olan kültürlerin altında akan, yıkıcı güçlere durdurulamaz bir şekilde daha çok odaklanmaya başlamıştır” diye bahsetmiştir. Bu önemli bir noktadır, Bergman bu dönemde modern kültüre birçok açıdan saldırmış ve sonuç olarak bir kitlenin ilgisini çekerken, büyük bir kitleyi de kendi sinemasından uzaklaştırmıştır. Marc Gervais tarafından yazılan ve yine konumuz :itibariyle oldukça önemli kaynaklardan biri sayılabilecek “Ingmar Bergman: Magician and Prophet” adlı kitapta, Gervais, Bergman sinemasının söz konusu dönemde üç önemli nokta arasında gidip geldiğinin altını çiziyor: Yaşam Gücü, Hümanistik Bir Kutup, Nihilizme Varan Nahoş Yol… Yine Gervais’e göre, bir Bergman filminde bu üç unsurdan en az ikisi iyi bir şekilde dengelenmişse, bu muhtemelen yönetmenin en iyi filmlerinden biri demektir. Size iki örnek vereyim; Through A Glass Darkly (1962), The Silence (1963)
Trough A Glass Darkly’i izleyen biri, ilk deneyiminde ilginç çıkarımlar yapacaktır. Karmaşık bir realist yapı ve imgelerdeki netlik, ilk sayılabilecek özelliklerdendir. Öyle ki izleyici, karşısındaki dünyayı sadece izlemez, onu tüm benliğiyle yaşar ve hisseder. Elbette bunda, kullanılan “grinin sonsuz tonu” ve İsveç kıyılarındaki bakir adanın etkisi büyüktür. Bu filmle izleyici modern dünyanın soğuk kollarından kurtulan insanların yaşadığı, çıplak bir dünyayla karşılaşır. Karin rolüyle, Harriet Andersson’un, diğer karakterler ve filmin evreniyle olan ilişkisi de dikkate değer. Duygusal sıcaklık ve kırık bir cam parçası gibi kesen negatifliğin yarattığı kutup çatışmasının filme etkisi yadsınamaz bir gerçektir.
The Silence’a gelince; neredeyse sadece görüntü kullanarak izleyiciye yaşattığı deneyim, apaçık bir film okuması sağlar ve beklenmedik bir finalle sonuca bağlanır. Tedirgin edici bir gerçekçilik ve belirgin bir biçimcilikle oluşan karmaşık yapı, seslerin anlattığı öyküyle birleşir ve bunun sonucu olarak, ortaya Bergman’ın bu döneminin açık izlerini taşıyan bir yapıt çıkar. Ses-görüntü ilişkisinin en çok öne çıktığı film yine bu filmdir. Uluslararası alanda da büyük başarı gösteren The Silence, çıplaklık ve erotizm içeren sahneleri nedeniyle bir çok ülkede sansürlenerek yayınlanmıştır.
1965 yılında Bergman bir süre psikiyatri kliniğinde kalır. Bu dönemde Persona’nın temelini oluşturan bir fikir geliştirir. Bu fikir Andersson ve Liv Ullmann arasındaki benzerliği keşfettiğinde ortaya çıkmış ve Persona’ya ulaşan merdivenin ilk basamaklarını oluşturmuştur. Persona, bir çok açıdan The Silence’ın ardılı niteliğindedir. Deneme yazarı Susan Sontag, 1967 tarihli önemli bir makalesinde, iki filminde olabilecek en radikal estetik anlayışıyla, iki kadın arasındaki psişik savaşı anlattığını söyler. Persona’nın açılış sahnesinde, peş peşe çekilmiş tek çekimlik görüntüler izleriz. Bu Bergman’ın, izleyicisinin algı bütünlüğünü yıkmak için kullandığı bir tekniktir. Amaç izleyicinin filmle bütünleşmesini engelleyip, “bir film izliyoruz” bilincinde olmalarını sağlamaktır. İzleyici filmle özdeşmenin aksine, filme yabancılaşır… Bergman Persona’da ne anlatmaya çalıştığını asla açıklamadı. İşin aslı, diğer filmlerinde de açık bir anlam aramak doğru olmaz, hiçbir filmi tek bir anlama indirgenemez.
Modernizmin gelenekseli reddeden, yeni ifade biçimleri arayan/keşfeden bir akım olduğunu hatırlarsak, Bergman’ın bu alanda en yenilikçi yönetmenlerden biri olduğu kuşku götürmez bir gerçektir. Bunun en belirgin örneği Persona’dır. Persona’yı yakından izlemenizi tavsiye ederim, bu sayede yönetmenin kastettiğinin dışında anlamlar yakalamanız mümkün olabilir. Ne de olsa sanat yenilikçi ve her zaman yoruma açık bir kapı olmalıdır, öyle değil mi?
Yazar: Eren SAMANCIOĞLU