Freud’dan çok önce rüyalar, bir bilgi kaynağı, rüyayı gören kişinin şimdiki durumu ve gelecekteki başarıları hakkında bilgi sağlayan bir şey olarak görülürdü. Rüyadaki gizli anlamlar çabuk ulaşılır olmadığından, bu rüyalar hiç bir zaman gören kişiye ait değillerdi. Şifreyi çözmek için bir ön çalışma veya bir rüya yorumcusunun yardımına başvurulması gerekirdi.
Freud’la bilikte rüyaların durumu da değişmiş oldu. Bilgi kaynağı olarak görülmeye devam edilirken bu kez kişinin geleceği değil, geçmişi hakkında informasyon sağladığına karar verilmişti ve rüyalardan edinilen mesajlar çok da hoşnut karşılanmıyordu. Çünkü hem cinsel hem de kanlı içeriğe sahip bu anlamlar, kişinin kendisiyle ilgili bilmeyi tercih etmeyeceği şeylere ışık tutuyordu. Insanları tanımlarken, birer özerk temsilci olarak değil, bilinç düzeyinde arzuladıkları ve bilinçdışı arzularının ekoları arasındaki bir ayrım, bir bölünme olarak ifade ediyordu.
Geçtiğimiz yüzyılda psikoloji, bu bölünmeyi görmezden gelmek için büyük uğraş vermiş olsa da, yazarlar ve sanatçılar, bilinçdışı unsurlara olan bakış açısı konusunda psikanaliz dışında kalan ana grubu oluşturuyorlardı.
Bugünün pazar liderliğindeki toplumlarındaysa, insan faaliyetlerinin, güç, varlık ve mutluluğun edinilmesi gibi amaçlara hizmet etmediği fikri yavaş yavaş azalıyor. Bu toplumlarda hiçkimse, bilinçdışı arzular, infantil cinsellik, nefret, kendini yok etme, umutsuzluk gibi Freudyen teorideki birçok konu hakkında bir şey bilmek istemiyor.
Yazarlar ve sanatçılar işte tam da bu alanda kolonize oldular. Insan faaliyetlerinin rasyonel amaçlarından ziyade, bu arayışın, insan hayatının ıstırabı ve zenginliğinin engellerini keşfediyorlar. Bu karanlık konuları ele alıp onları büyüterek, Freud’un Düşlerin Yorumu’nda haritaladığı arzuların gizemli dünyasına da sadık kalıyorlar.
Bilinçdışı arzular, represyonun bariyerlerini aşması için bazı şeylere ihtiyaç duyuyor ve bizlerle uyanıkken düşündüğümüz bir meşguliyet, endişe veya fantezi gibi bilinçli bir düş ile aramızda bağlanma yaratıyor. Sanat ve edebiyatın birçok projesini tehlike altında bırakan bu bağlanma mekanizmasına Freud “rüya çalışması” (dreamwork) adını veriyor.
“Persecution and the Art of Writing” (Zulüm ve Yazı Sanatı) çalışmasında Leo Strauss, ifade özgürlüğünün yasak olduğu rejimlerde, yazarların kendilerini ifade etmek için kullandıkları detayları ele alıyor. Verilmek istenilen mesaj satır aralarında gizleniyordu.
Bu bize Freudyen rüya terisi ve edebi ve sanatsal üretim arasındaki gerçek arayüzü getiriyor. Önemli olan ne söylendiği değil nasıl söylendiğidir ve içeriğin hiçbir önemi yoktur. Önemli olan ne Oedipus complex, ne seks ne de kanlı hayaller. Eğer bunlar insan hayatının genel olgularıysa, önemli olan bunların nasıl ifade edildiğidir ve Freud’un göstermiş olduğu gibi kilit nokta, aslında sansürlenenin içinde yatıyor.
Bunun en iyi örneğini sürrealistler veriyor. Freud’un sıkı okuyucularından ve rüya teorisine dikkat kesilen bir grup yazar ve sanatçı, seksüel dürtülerin, Oedipal arzuların ve kastrasyon kompleksin ne olduğunu biliyorlardı. Andre Breton gibi figürler, bu sanatçıların Freud hakkındaki düşüncelerini dönem dönem değiştirmiş olsalar da, sanat tarihçileri psikanaliz ve sürrealizmin ne kadar içli dışlı olduğunu bize gösteriyor. Peki Freud’un kuramı, sürrealistlere tam olarak nasıl ilham kaynağı olmuştu? Freud’un gün ışığına çıkardığı bilinçdışı arzular aslında başka hiç bir sanat akımında bulunmuyor. Ancak rüya çalışmasının mekanizmasını yani sansürün ağlarından kayan arzuları, sanatta bulabiliyoruz. Freud’un bize gösterdiği şu ki; arzular, bilinçli olarak ifade edilemediği zaman absürt bir form alıyorlar. Örneğin gerçek hayatta asla ilişki kuramayacağınız iki obje rüyalarda anlam kazanıyor; bir enginar ve insan kafası veya bir balık ile bir bisiklet gibi. Bu iki birbiriyle alakasız obje, aruzunun kılık değiştirmesi için birbiriyle yoğunlaşarak tek bir süje haline geliyor.
Sürrealistlerin Freud’dan aldığı şey tam olarak da bu. Max Ernst, Oedipus resminde, erkek çocuğunu annesiyle değil hayvan melezleri ve gerçekdışı ölçekler ve durumlardaki insan figürleriyle resmetmişti. Bu dizimler aynı Dali’nin eserlerinde empirik olarak yanyana konumlandıramadığımız – bedensel fragmanların yanında kayalar ve manzaralar, bir kısmı insan bir kısmı hayvan olan tuhaf yaratıklar, kanlı canlı makinalar ve gerçek ölçekleri bazen büyütülmüş bazense küçültülmüş canlı beden ve objeler- şeyleri sıkça görsek de, gerçek hayatta karşımıza çıkmıyorlar. Bu gerçek olması mümkün olmayan yaratıklar Freud’un tanımladığı dreamwork’ün sonuçlarıdır. Arzuların direkt olarak ifade edilemediği noktada, gerçeklikten kopmalar ve günlük hayatımızın elemanlarının tuhaf yakınsamaları ve imkansız gruplaşmaları ortaya çıkıyor.
Bu teknik ile sürrealistler Freud’un rüyalar için yaptığını sanat için yapmış oldular; dil sürçmeleri ve semptomlar. Bunlar, varlığın anlamsız yönlerini ve birliği olarak görmektense onları çözülmesi gereken bir bilmece haline getirdi.
Sürrealizm ile birlikte resim, heykel veya kolaj bakılacak bir objeden öte bir soru haline geldi. Sanat eserleri izleyicisinin “Bu ne anlama geliyor?” sorusunu sormasını sağladı. Aynı bir rüya gibi onlar da yorumlanması gerekti.
Yazar: Cemreyaz ILGAZ