Kültür, içeriği yıllar geçtikçe genişleyen ve mutasyona uğrayan bir kavramdır. Filozoflar, sosyal bilimciler, antropologlar, psikologlar, kuram eleştirmenleri tarafından birçok kültür tanımı ortaya atılmıştır. Kavramın kökenine bakacak olursak kültür Latince’de “colore” fiiline dayanır. Colore geniş bir anlama sahip olsa da iyileştirmek, yetiştirmek, büyütmek gibi anlamlarıyla “cultura” evrilmiştir. Romalılar doğada kendiliğinden yetişen bitkileri, insanların yetiştirdikleri bitkilerden ayırmak için “cultura” kavramını kullanmışlardır. İnsanın doğayı dönüştürerek kendi yaşam biçimini oluşturması kültürün temel taşıdır. Çünkü insan doğayı dönüştürünce kendini de dönüştürmek zorunda kalmıştır. Bu sebeple ilk zamanlarda kültürün öznesi doğa, nesnesi insan merkezli bir kavram diyebiliriz. Ancak daha sonra kültürün nesnesi de objesi de insan merkezli oluyor. Bizzat insanın dahil olmasıyla kültür kavramı doğadan ayrışmıştır. Kavramla ilgili tanımlar 18.yüzyılda farklı tartışmalara yol açmıştır. 18. yüzyıldan önce kavram hep bir şeye bağımlıyken, örneğin toprak kültürü gibi, bu yüzyılla beraber kültür kavramı yalnız başına kullanılmaya başlanmıştır. Kültür kavramının ilk tanımlarındaki yetiştirmek, iyileştirmek ve büyütmek, 18. yüzyılla birlikte insanla eşleşip, insanın yetişmesi, iyileşmesi ve gelişmesi olarak kullanılmış. Yani ortaya bir insan kültürü çıkmıştır. Aydınlanma Çağı’yla birlikte düşünürler insanın doğa karşısında kendisini nasıl konumlandırdığı üzerine tartışmalara başlamıştır. İnsanın eylemleriyle, tecrübeleriyle ve birikimleriyle nasıl ilerlediğini kültür kavramı üzerinden tartışmaya açmışlardır. Ancak bu kültür tartışması birey tekelindeyken 1789 Fransız Devrimi’nin getirisiyle bir ulusa mâl edilebilmişti. Düşünürler insan kültürü demek yerine ulusalcılıkla birlikte örneğin Alman kültüründen bahsedebiliyordu. Alman düşünürlerin de etkisiyle kültür kavramı artık çoğunluğu kapsıyordu. 19. yüzyılda kültür kavramına bakacak olursak insanın doğa karşısında ortaya koyduğu tüm etkinliklerin toplamıdır. Ekonomik, siyasi, hukuki, dini tercihlerinin sonucunda elde ettiği beğeni, zevk, eğlence, bireyin kendini bedensel ve ruhsal olarak iyi hissettiği etkinlikler bütünüdür. Dolayısıyla kültür artık tek bir bireyin değil toplumun süzgecidir. Bu sebeple toplumun etkileştiği, tepki verdiği, arzuladığı yönleriyle yönetilmeye açık oluşu iktidarlar tarafından da kullanılmaya açık hale gelmişti. Kültürü artık insanlar üretemez hale gelince kültür insanı üretir hale gelmiştir. Bu sebeple kültürün kitleleşmesi, endüstri halini almasını, sektöre dönüşmesini kolaylaştırmıştır. Kültür ve endüstri kavramı birbirine zıt iki kavramdır. Bu iki kavramın bir arada kullanılması kültür üzerine düşüncelerin yoğunlaştığı İkinci Dünya Savaşı öncesi zamana tarihlenir.
Kültür üzerine düşünceler 1923 yılında Almanya’da Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü bünyesinde bir araya gelen düşünürlerin farklı yorumlarıyla genişlemiştir. Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü daha sonra Frankfurt Okulu adlı kurumun temellerini atmıştır. Frankfurt Okulu düşünürleri kültür kritiği oluşturmak üzere yol alan bir kurum. Okulun kurucusu Felix Weil’in amacı Marksist düşüncenin farklı yorumlamalarını bir araya getirecek disiplinlerle bir araştırma merkezi kurmaktı. Daha sonra çevreden birçok Marksist yazar ve düşünürün uğrak yeri olan okulda özerk ve bağımsız bir şekilde yeni düşünceler üretmek esas alındı. Frankfurt Okulu düşünürleri arasında Max Horkheimer, Theodor W. Adorno, Eric Fromm, Herbert Marcuse vardı. 1930 yılında Frankfurt Okulu’nun başına Max Horkheimer geçince ekolün odak noktası yönetme sorunu ve kültür dünyası olmuştu. Frankfurt Okulu düşünürlerinin temel sorunu kitle kültürünün yükselişiydi. Adorno ve Horkheimer’ın Aydınlanmanın Diyalektiği adlı eserlerinde ele aldıkları kitle kültürü, kültürel öğelerin metalaştırılıp, seri üretim aracılığıyla çoğaltılmaları ve iletişim araçları sayesinde büyük kitlelere eş zamanlı olarak ulaştırılmalarıydı. Ancak Frankfurt Okulu Adolf Hitler’in iktidara geçmesiyle, devlete karşı eğilimler taşıdığı gerekçesiyle kapatılmıştır. Nazilerin iktidara gelmesiyle çoğu düşünür Amerika’ya gidip Columbia Üniversitesi’nde araştırmalarına devam etmişlerdir. Amerika’ya giden düşünürler arasında Theodor W. Adorno da vardı. Adorno, göçmen olarak Amerika’ya gittiğinde kitle kültürü üzerine düşünceler, eleştirel teoriler üretilmeye devam etmekteydi. Çalışmalarına orada devam eden Adorno, kendi görevini kültür eleştirmeni olarak tanımlar. Adorno, Horkheimer ile birlikte kullandığı kitle kültürü ifadesini kültür endüstrisine çevirerek teorilerine devam etmiştir. Zamanla insana, topluma ve dolayısıyla kültüre atfettiğimiz nitelikler değişmiştir. Kültür kavramı savaş ekonomisinin de etkisiyle düşünürler arasında çok sık eleştirilen bir kavram halini alır. Kitleler tarafından tüketilmeye uygun olan, bu tüketimi büyük ölçüde belirleyen ürünler az çok planlı bir biçimde üretilir. Kültür endüstrisi teorisinde insanlar bir kültür üretmiyor. Kültür insanı üretip, çoğaltır hale geliyor. Buna günümüzde popüler kültür de diyebiliriz. Popüler kültür kendiliğinden gelişen bir süreç. Adam Smith’in ifadesiyle “piyasanın görünmez eli” neyin ne kadar üretileceğini, ne kadar tüketileceğini kitle kültürüne bağımlı kılıyor.
Kültür endüstrisi sürecini harekete geçiren dinamik piyasadır. Bu çağda düzen, bedenleri serbest bırakır ve ruhları ele geçirir. Birey tek başına düzene karşı çıkamaz, bunu göze alırsa toplumda yok sayılabilir. Düzen herkese tektip olmayı da zorunlu tutmaz. Ancak eğer düzene uymazsan topluma bir yabancı, uyumsuz olarak hayatına devam edebileceğini gösterir. Adorno’nun ifadesiyle “günümüzde kültür herşeye benzerlik bulaştırır.” Endüstriyel kültür, müzik, sinema, edebiyat gibi her disiplinden kültürel öğenin meta formunda üretilip, sıradan nesneler gibi alınıp satıldığı bir sektöre işaret eder. Tüketiciye bir seçim hakkı sunduğunu gösterse de tüketiciyi sistemin sınırlandırdığı seçeneklere tabi kılar. İnsanların söz hakkı olması seçimlerinde özgür olduklarını düşünmelerine yol açsa da sistem arzulara hitap ediyordu. Dolayısıyla insanlar değil arzuları söz hakkına sahipti.
Metalaşan kültür iktidarlar tarafından bir yönetim aracı olarak kullanılır. Adorno’nun, kültür endüstrisinin en çok eleştirdiği özelliği aldatıcı olmasıdır. Teknoloji, toplumu kontrol eden baskın grup fikirlerini radyo, film ve yayınlanmış belgeler yoluyla yayan modern bir araç olarak görülür. Toplum sinemalarda, gazete ve dergilerde sistem ne veriyorsa onu kabul etmeye açık bir haldeydi. Radyo herkesi aynı ölçüde dinleyiciye dönüştüren, herhangi bir cevap mekanizması geliştirmeyen tek taraflı bir iletişim aracı olduğu için izleyici yalnızca dinler pozisyondadır. Dolayısıyla iktidar gruplarının kültür endüstrisiyle toplumu yönetmesini kolaylaştırıyordu. Adorno’nun ifadesiyle sinema, basın-yayın, radyo-televizyon gibi alanlar kendi içlerinde ve hep birlikte bir söz birliği içindedir. İletilmek istenen tek bir mesaj vardır. Bu mesaj farklı kanallarla izleyiciye, tüketiciye eş zamanlı olarak iletilir. Tüketici kendi seçtiği kanaldan duyduğu, okuduğu, izlediği kültür nesnesini arzulamaya eğilimli hale gelir. İhtiyaçlar değil, arzular önplana çıkar. Sistem bireyleri önemsemez, toplumu hedef alır. Bunu yaparken bireyin psikolojik arzularından, psikanalizden yararlanır. İnsanlara metalaşan kültür nesneleriyle kendilerini daha mutlu ve zengin hissetmelerini vaat eder.
Adorno, kültür endüstri örneği olarak hayvanat bahçelerini gösterir. Farklı hayvan türlerinin bir arada bulunduğu bu mekanlar insanlara bir arada göremeyecekleri bir şöleni sergiler. Adorno, hayvanat bahçelerinde insanların doğayı nasıl tahakküm altına aldığını vurgular. Burada sergilenen hayvanlar doğal ortamlarından uzaklaştırılmış, yalnız ve mutsuz hayvanlardır. Beton bahçelerde sergilenmelerinin tek sebebi insanların arzularına hizmet etmeleridir. Kültür endüstrisinin sergileme mekanları önceden bu tarz sınırlı yerlerdi. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte bireyin arzularını saklayacağı herhangi bir mahrem alanı yok denecek kadar azdır. Günümüzde kültür endüstrisinin kapanı içinde sıkışıp kalmış vaziyetteyiz. Özellikle sosyal medyanın etkisiyle görünür kılınan “ben merkezli” toplumun ve arzularının kurbanı haline geliyoruz. Bu mesele ilk başta söylendiği gibi bireyin isteğiyle, özgür iradesiyle kendi kendini kurban etmesidir. İnsanları artık sadece “tüketici” statüsünde gören büyük firmalar ve bunlara hizmet eden küçük firmalarla sektör kendi kendini döndürebiliyor. Sosyal medyayla daha da görünür kılınan ünlü metaforları sıradan insanın hayatına sızmış durumda. Herkes en güzel evlerde oturup, en iyi markalardan giyinip emek sarf edip çalışmadan, çok zengin olmak istiyor. Büyük alışveriş indirimleri topluma olmak istedikleri kişiyi kuşanmalarına fırsat veriyor. İnsanlar çalışma hayatından sıyrılabildikleri anda kendilerini rahatlatacak, iyi hissettirecek kültürel metalara yönelir hale geldiler. Günümüzde sıkça görülen workshoplar, hobi kursları, yaratıcı yazma atölyeleri, okuma atölyeleri, sanat seminerleriyle toplumun sıkıştırılmış arzuları karşılanır hale geldi. Kapitalist sistemden bize arta kalan zamanlarımızı, çabucak doldurarak iş hayatımıza daha enerjik dönmeyi amaçlıyoruz. Çünkü hiçbir hobimizi gerçekleştirecek vaktimiz yok. Doğadan koptuk, yerini dolduramıyoruz. Kültür endüstrisinin bize sattığı doğayı kamp kurarak, ücret karşılığında girdiğimiz plajlarda, sahil kenarlarını çevrelemiş cafelerde seyredebiliyoruz. Tüm bunların farkında olsak da olmasak da bize dayatılan sistemin çarklarına hizmet etmeye devam ediyoruz. Çünkü artık kültür endüstrisi kapitalist ekonominin vazgeçilmez ve ayrılmaz bir parçasıdır.
Hazırlayan: Derya Kutsal