Martin Luther King, o meşhur ve efsanevi konuşmasına “I have a dream…” diyerek başlamıştı. Ne ilginç bizler, anadilimizde düya ve hayali birbirinden ayırıyoruz. Oysa ayırmamak gerek. Nedir rüyayı gerçeklikten ayıran? Gerçeği beş duyuyla algılıyorsun, rüyayı ise duyulara ihtiyaç duymadan. Oysaki rüyanın hakkı da gerçekleşmek.
Başka birinin, düşlerindeki kahraman olduğunu fark ettiğin an değil mi kendi gerçekliğinin farkına vardığın an? Ya da daha sert bir soru; rüya için “devam ettiği sürece gerçektir” denir. Aynı şeyi hayat için de söyleyemez miyiz?
Her gerçeklik önce zihindeki bir imgeyle hayat bulmuyor mu? Hayal kurmakla başlıyor her şey.
Her şey enerjidir ve her şey bundan ibarettir. Sahip olmayı istediğin gerçekliğin frekansına uyumlandığında, artık yapacak bir şey yoktur. O gerçek sana ait olur. Bu felsefe değildir. Bu fiziktir. Bunu herhangi biri demiş olsaydı belki burun kıvırırdık ama bu cümlenin Einstein’a ait olduğunu söylersem, belkide neden uzun zamandır hayal kurmadığımıza hayıflanırız.
Sahi, neden hayal kurmayı bıraktık? Çocukken hepimiz kurduğumuz hayallerle gerçekliği harmanladığımız hikayelerimizi adeta yaşamışçasına, tüm heyecanımızla önce anne babalarımıza anlatmadık mı? Bu yollardan geçmiş kolu kanadı kırıklar olarak “uçan kuşun kanadını kırmayalım” diyerek, bizleri inanıyormuşçasına dinlemediler mi? Neden sonra, bizim de kırıldı kolumuz kanadımız. Bazılarımız tembellikten, bazılarımız hayal kırıklıklarından, bazılarımız korkaklıktan yıldık, bıraktık hayal kurmayı. Oysa hayalin de hakkıdır gerçekleşmek.
Dünyada iki çeşit insan var: insanları bu tip karşılaştırmalı kıyaslarla ayıranlar ya da ayırmayanlar ☺… Şaka bir yana, bu tip kategorizasyonlar sonsuza dek uzasa da konumuza dönecek olursak; Hayal kuranlar ve hayal kurmaya küsmüş olanlar. Ben ilk kategorideyim. Gerçekliğin farkına varmış bir ruhun, gerçek bir sanatçının, filozofun, azizin, kanaat önderinin saygınlığı ve hatta hükmü çok seyrek olarak ulaşılan bir mertebedir. Neden bu kadar nadirdir? Neden dünya tarihi ve insan evrimi bir ilerleme öyküsü değildir de, iki ileri bir geri yerinde saymadır? Nedir insanların gerçek potansiyellerine ulaşmalarını engelleyen şey? Ek bir soru da şu olabilir; insanın en evrensel özelliği korku mu yoksa kadercilik mi? Başarısız olmaktan, hayal kırıklığından mı korkuyoruz? Yoksa akışına bırakıp kadere mi teslim oluyoruz?
Richard Linklater’ın yukarıda bazı göndermelerde de bulunduğum müthiş filmi Walking Life “yazgıdır rüya” diye açılır… Hakikaten de öyle değil mi? Biraz önce bahsettiğim o seçilmiş kişilere ait olan, o mertebe, bu iki kategoriye de girmeyenlere, hayal kurup hayalinin peşinden giden insanlara, o gerçekliğin frekansına uyumlanan korkusuzlara ait bir mertebe. Gerçek başarı (istersen buna kurnazlık de), uyanıkken sahip olduğun akıl yeteneklerinle düşlerindeki sonsuz olanakları birleştirmektir. Eğer bunu yapabilirsen, her şeyi yapabilirsin. Hayalini kurduğun dünya ya da gerçeklik sende, senin zihninde. Sınırları da sende. Yeter ki bunu tesadüflere ya da başkalarının kararlarına bırakma.