Bütün bu şarkıcı hikayelerinde vardır ya, benimki de öyle. Çok küçük yaşta babamın verdiği bir makineyle başladım ben de (gülüyor). Sonra Paris Sorbonne’da farklı eğitimler aldım. Bize öğretilen multidisipliner olmaktı. Gönlümde yatan sinemaydı, bir süre sinema için uğraştım fakat sinemanın bana uygun olmadığını öğrendim. Ferdi biriyim, ekip çalışmalarına uygun değilim. Daha sonra başka işlerle de destekleyerek fotoğrafa yöneldim ve projeler üretmeye çalıştım.
Tekinsiz coğrafyalar diyorum onlara ben. İnsanların aykırı bildiği etnik gruplarda, cinsel kimliklerde, coğrafyalarda kendi bünyeme uygun daha fazla hikaye var… Bir çok sanatçıda olduğunu düşündüğüm yaratma cesaretinin yanında, ”kimse gitmesse ben giderim ” gibi kendimle yarışma durumu da var bende. Zor şartlarda da yaşayabildiğimi gördüm. Sanat ise bunun yaratım sürecindeydi. Beni bu zorlu bölgelere çekenin, bir çok kere doğum yapmaya benzer bir deneyim olduğunu söyleyebilirim.
Ben fotoğraf konusunda ”Sen bu fotoğrafın kendin olarak neresindesin?”e inanıyorum. Karşımdaki insansız yer bile olsa, bana aktardığı hissiyatı izleyiciye vermeye çalışırım. Çok sevdiğim ve falcılık gibi gördüğüm insan ve portre fotoğraflarında ise; portreyi çekerken o insanın hayatını tahmin edebiliyorsun. Nerelerden geçmiş, nasıl bir insan. Gözler, ifadeler bunu anlatıyor. Bana bakılsın, göz teması ve empati kurayım gibi kaygılarımın yanında, estetik kaygılarım da oluyor. Bunu aktarırken de samimi olabilmek istiyorum.
Bir önceki soruda bahsettiğim konular oldukça hassas ve doğru bir dengeyle sunulmazsa, didaktikliğe, hatta ajitasyona ve dolayısıyla da izleyicinin odağını kaybetmeye oldukça müsait konular. Ancak sizin fotoğraflarınıza baktığımızda, acı çeken, yardım isteyen insanlar görmüyoruz. Sanki fikir sunmak yerine, bir varoluşu sergiliyorsunuz. Bu nesnelliği ve dengeyi kurmayı nasıl başardınız?
Bana acıyı sofistike hale getirdiğime ilişkin eleştiriler geliyor ama şöyle bir şey anlatayım; savaş bölgelerinde herkes zanneder ki bir tek savaş yaşanıyor ve bombalar altında kavruluyoruz. Ancak öyle değil. Hayat devam ediyor, gündelik sıkıntılar var. Empati kurarken, onun sizden çok da farklı olmadığını görüyorsunuz. Mayında kolunu kaybeden bir çocuğun direkt yarasına odaklanmak yerine gözlerine, ifadesine odaklanıp ilişki kurulabilir hale getiriyorum. Çünkü insana yakın olan odur. Karşındakini taciz etmek, bakamamaya zorlamak yerine bakıp bir şekilde empati kurabilir hale getirmeye çalışıyorum. O izlerin yanında gelip geçen hayatlardan birkaç ipucu da gerekiyor bence.
Blok Art Space’deki “Bana Onu Geri Ver, Voodoo” serginizle ilgili ilk merak ettiğim; bu ilginç ismin nereden geldiği.
Ülkeler arasındaki ego savaşını ikili ilişkilerde de görüyorum Temelde ”Benim olacaksın, benim dediğimi yapacaksın” şeklinde bir sahip olma içgüdüsü var. Ben kadınlar yönünden bakınca, kadınların ne yazık ki daha da sıkı sıkıya bu hikayeye bağlandığını görüyorum. Büyüye başvurup, geri getirip, sahip olma duygusundan geliyor sergimin ismi.
Bu voodoo yolculuğunuzun durağı Burkina Faso’ydu. Bize biraz bu ülkeden bahsedebilir misiniz? Fotoğraflama sürecinizde burada hangi bölgeleri ziyaret ettiniz, nasıl manzaralarla karşılaştınız?
Çok fazla ülkede zorlu şartlarda fotoğraflar çektim ama Afrika gerçekten çok çok zor bir bölge. Bir kere koloniyalizmden ötürü beyaz adama tepkililer. Küçük restoranımsı yerler var, müzik var, ticaret olsa da, inanılmaz bir fakirlik ve yokluk içindeler. Fotoğraf çekmediğiniz sürece sempatikler ama genelde hırçın ve agresif bir topluluk. Bir yere gittiğimde içeriden dışarıya bakmaya çalışırım, orada bu pek mümkün değil. O yüzden kurgu bir çalışma yaptım. Gerekeni çekip dönmek zorunda kaldım.
Bu fotoğraf serinizle, hangi insani duyguları yansıtmayı amaçladınız?
Bir tutkuyu, isteği, terk ediliş ve sonra da elde etme duygusunu düşündüm. Kadınların gözlerinde bilhassa adakları olduktan sonraki başarmışlığı yansıtmayı amaçladım.